Quantcast
Channel: Yoga –İnsanlık Hâlİ
Viewing all 84 articles
Browse latest View live

Nikahta Keramet Vardır

$
0
0

(Kuraldışı Dergi‘nin Mart 2013 sayısında yayınlanan yazım)

Foto: Aisha Harley www.aishaharley.com

Foto: Aisha Harley
http://www.aishaharley.com

Yeşil, sakin (kimilerine göre sıkıcı, kimilerine göre cennet) Portland’daki evimizi altı aylığına kapatıp bindiğimiz uçaktan İstanbul’a indiğimizde, bir de baktık ki etraftaki sevgililer patır patır ayrılıyorlar. En sağlam bildiğimiz ilişkiler orta yerinden çatlamış, çatlaktan zehir zemberek akmış. Aldatanlar, kaçanlar, lafını bıçak edip kalp deşenler, kavga edenler… Ayağımızın tozuyla bile girmeden diğer çiftleri saran huzursuzluk bizi de sardı; başladık kavgaya. Nice bilmediğimiz güç ile göklerdeki yıldızların esiriyiz ne de olsa. (Bir de İstanbul trafiğinin.)

İlk sabah çamaşır makinesini yolda giydiğimiz kıyafetlerle doldururken bir şey fark ettim: Sevgilisinden ayrılan arkadaşlarıma özenen bir ses vardı benim de içimde. Terk edip gitmeye gündüz düşlerinde bile vicdanım el vermiyor ama içimdeki ses ağzı sulana sulana “Keşke senin Bey de seni terk edip gitse” diyordu.

O sesi duyunca (şeytan mıdır nedir?) hemen dikkatimi çamaşırlara verdim. Ben evli, mutlu bir kadınım, ne diye terk edilmek isteyeyim? Ama yok, işte renkliler yıkandı, asıldı. Beyazları makineye koyarken, şeytan ses yine kulağımda şimdi Bey beni terk etse, gideceğim memleketleri, yazacağım kitapları, yüzeceğim denizleri filan sayıyor. Ya sabır. Mutlu, evli bir kadınım ben.

Hımmm orada bir dur… diyor bir başka ses daha derin bir yerlerden. Olması gereken ile var olan arasındaki sınırı çizelim bir defa. Mutlu bir kadın olman gerektiğini düşünüyorsun çünkü çok sevdiğin ve dünyada eşi benzeri bulunmayan muhteşem bir adamla evlendin. Ama her an, her dakika mutlu değilsin. Birbirinizi çok sevmenize rağmen kavga ediyorsunuz. Şiddetsiz iletişim kurmaya gayret ettiğiniz halde birbirinizi kırıyorsunuz ve bütün bunların sonucunda sen kendi ihtiyaçlarını dile getirmeyi beceremiyorsun, doğru mu?

Doğru.

İletişimsizlik ve tatmin edilmeyen ihtiyaçlar ilişkiyi inceden çatlatmaya başlıyor. Sonra bir gün çat diyor ortadan kırılıyor. Toparla toparlayabilirsen.

Terk edilme fantezisi benim için yeni bir şey değil aslında. Hatta diyebilirim ki anlaşmazlıkların gün aşırıya çıktığı durumlarda ilişkiyi orta yerde bırakıp gitmek benim için son derece tanıdık ve kolay bir kaçış yolu. Bizim Bey’e rastlayana kadar yaşadığım ilişkilerimde bu yola çok girdim çıktım. Kendim terk etmediysem de, terk edilmek için uygun ortamı yuvayı yapan bir kuş dikkatiyle hazırladım. (Terk edilmek yüzde elli terk edenin işi ise, diğer yüzde elli sorumluluk terk edilendedir). Sonra da kâh melankolik, kâh neşeli vurdum kendimi yollara… Açık denizlerde saklı adalarda kafamı kırıp roman okuduğum hamaklarda sallanmaya…

Bir sonraki ilişkiye kadar.

Oradan sonra hadi bakalım sar baştan.

Çünkü tatlı, saf gençlik günlerimde sanıyordum ki doğru insan karşıma çıkınca bütün sorunlar çözülecek. Hep yanlış taşa baltayı vuruyordum. Beraberliklerin ince ince işlenmiş dantel karmaşıklığındaki doğasından bihaber olduğum için hayatımın aşkını bulduğumda hiç kavga etmeyeceğim zannediyordum.

Nitekim bizim Bey’in benim için son durak olduğunu ilk görüşte anladım. Yok sevgilisi varmış, yok kronik hastalığı varmış, yok beni sadece arkadaş olarak görüyormuş… Hiçbirine kulak asmadım. Bildiğimin gerçekliğinden yüzde yüz emin olduğum o çok nadir anlardan biriydi; korku ve endişeden sıyrılmış bir zihin hali ile bekledim. O kadar emindim ki çaba bile göstermedim. Hatta biraz kaçmaya bile çalışmış olabilirim. Her zamanki ilişki modelimin işlemeyeceğini hissettiğim ve her insan evladı gibi değişmekten ölesiye korktuğum için, bizim Bey’in aklı başına gelene kadar ben de dağlarda, bayırlarda, açık denizlere saklı adalarda biraz gezdim.

Kısmet neyse o oldu işte. O aradı beni. Ben de hemen dünya çevresinde bir tur atıp yıllardır hasretini çektiğim kollarına bıraktım kendimi.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine mi?

Nerede?

Meğer film yeni başlıyormuş. Ben hep arada çıktığım için devamını da, sonunu da hiç görmemişim bu hikâyenin.

Meğer nikâhta keramet varmış!

Şimdi biliyorum biz evlenmeseydik, ben yine kendi yoluma gider, terk etmek ya da edilmek için uygun ortamı hazırlar sonra yine keçi gibi dağlara kaçardım. Ondan sonra da sar baştan.

İçinde keramet olan nikâha ben, sonuna kadar direndim. Direnmek ne kelime! Yeri geldi burun kıvırdım, yeri geldi yerden yere vurdum. Üniversitedeyken gazeteci bir arkadaşım benimle ve sınıf arkadaşlarımla evlilik üzerine bir röportaj yapmıştı da “Düğün, günümüzde işlevini yitirmiş, gereksiz bir törendir” demiştim. Sonra, her gazeteyi elinde büyüteci ile satır satır okuyan nenem benim bu demecimi görüp perişan olmuştu! Ölene kadar da benim gençlik ukalalığı ile ettiğim bu cümleyi tekrarladı durdu: “Defneciğim sen düğün için çağdışı bir müessesedir demişsin. Sevdiğin adamla evlenmek, onunla bir hayat kurmak dünyanın en güzel şeyidir, güzel kızım. Ha, bunu böyle bilesin!”

Bizim Bey bana evlenme teklif ettiğinde, gücünün kaynağını tam olarak hissedemeyen bütün kadınlar gibi ben de bana evlenme teklifi edilsin ama evlenmeyeyim istiyordum. Düşünün: Hayatının aşkı ile yıllardır birlikte olan bir kadın bunu söylüyor. Beni zenginleştiren, güzelleştiren, içinde tatmini ve mutluluğu bulduğum bir ilişkinin üçüncü yılındayım zaten. Başka bir adamda gözüm yok. Gözümün önünde ince, zarif bir pırlanta pırıldıyor. Kadife kutusunda. Karşımda dünyanın en şahane adamı… Bütün bunlara rağmen aklımdan “Teklifinizi biraz düşünmek istiyorum” cümlesi geçiyor mu?

Geçiyor tabii bre! O masallar, karşılarında yüzük gören kadınların göz yaşları içinde ayılıp bayıldığı filmler… yalan bütün hepsi.

Hayatımın aşkına “Evet” derken benim aklımdan geçen “Nihayet işte her şey yerli yerine oturuyor” muydu acaba? Yoksa, bildik kaçış kalıplarımdan mahrum kalınca benden öteye bakalım kim çıkacak diye merak ettiğimden mi gittim nikah masasına?

Nikahta sadece keramet yok, bir de cesaret işi!

Ya da benim için öyleydi.

O cesareti göstermesem, kerameti de göremezdim.

Nikâhın kerameti sadece ayrılmayı zorlaştırıyor diye değil. ( O da var) Ama bence esas keramet, aile ve dostların şahitliğinde iki kişinin bu ilişkiyi yürüteceğine söz vermesi. Modern toplumda iki kişinin beraberliğinin hiç de kolay olmadığını artık herkes biliyor. Beraberliği sürdürebilmek için çevremizdeki insanların desteğine ihtiyacımız var. Sadece hayatta yan yana duracaklarına dair birbirlerine söz veren kadınla erkeğin değil, o nikâh anına tanıklık eden herkesin gördüğü, tanıdığı ve kutsadığı bir bağ kuruluyor nikâh sırasında. Sadece kadınla erkek arasında değil. O ana tanıklık eden herkes arasında.

Bizim nikâhımızı ne bir din, ne de bir devlet adamı kıydı. Ailemizle dostlarımızın önünde, bu hayatta yan yana duracağımıza dair birbirimize söz verdiğimiz töreni bizi tanıştıran dostumuz Aisha yönetti. Annemle babama göre nikâhın devletler tarafından tanınan resmi bir tarafı bulunmaması kaygı vericiydi ama dünyanın en güzel noktasında gerçekleşen törenimiz bizim için yeterliydi. (Bürokratik sebeplerden dolayı birtakım defterlere de imza attık sonra. )

O sözü verdik diye erdik mi muradımıza? Çıktık mı kerevetimize?

Hayır.

İkimizin de bilmediği sularda ilerleyen bir gemi olan evlilik kurumunun her gün yeniden yeniden yapılan anlaşmalarda büyüdüğünü, zenginleştiğini anladık sadece. Kavgaların o kadar kötü şeyler olmadığını öğrendik. Muradına ersen de eski kaçış kalıpları bulduğu her çatlaktan pırtlayacakmış. Çamaşır makinesinden çıkan şeytan benimle konuşmaktan hiç vazgeçmeyecekmiş. (Ona uymak ya da uymamak benim vereceğim bir karar.) Dünyanın en harika kadını/erkeği de olsa eşimiz, sorunlar sürecek ama krizlerden şaşırtıcı bir dürüstlük ve çözüm çıkacakmış. Zaten sorun bende ya da ötekinde değil, ikimizin birden oluşturduğu dinamiğin kuşaklar ötesine dayanan kural ve inançlarında saklıymış. Kendimize ve ailemize bakmadan, içimizdeki huzursuzluğu temizlemenin imkânı yokmuş. Ama bu içe bakışta tek başına olmak da yetmezmiş çünkü ancak ötekinin aynasında görürmüş insan kendi suretini.

Keramet her müminde harikulâde bir halin meydana gelmesi demekmiş.

Kimse seni tamamlayamaz, iki yarım insan bir araya gelince bir tam insan etmezmiş.

Keramet de zaten iki yarımın eriyip birbirine karışmasında değil, iki tamam insanın toplamında saklıymış.

KD © 2013 Her hakkı saklıdır. Sitedeki yazılar izinsiz ve kaynak belirtmeden başka yerde yayımlanamaz. Ancak yazıları yazar ismi ve kaynak belirterek ya da dergiye link vererek paylaşabilirsiniz.


Filed under: Sosyoloji, Turkish, Yoga Tagged: ilişkiler, keramet, nikah, tören, Yoga

Gezi’de Bize Yoga Oldu

$
0
0

Kuraldışı Dergi‘nin Temmuz Sayısındaki Yazım

 

Of! Nasıl bir aydı bu başımızdan geçen böyle!

Heyecandan korkuya, gururdan öfkeye, neşeden kedere, kahkahadan gözyaşına (duygusal ve bibersel) savrulduğum Haziran 2013’ün son demlerinde ilk defa bu sabah içimde bir akşamdan kalma hissiyle uyandım. Hani sanki dün gece çok içmişim, çok gülmüşüm, yerlere düşüp yolumu kaybetmişim, sonunda bir şekilde yatağımı bulmuşum… Öyle bir haldeyim.

Son otuz gündür elim telefonuma yapışmıştı. Bugün aynı el telefona gitmiyor bir türlü. Son haftalarda yogadan, kahveden çok zaman önce, daha gözlerim tam açılmamışken sosyal medyayı parmak yordamıyla bulan o el bu sabah bir çekingen. Üstelemiyorum. Az biraz anlıyorum onu. İnsan evladı tabiatı gereği bir yandan aidiyet (bütüne) hasreti ile yanıp tutuşurken diğer yandan da bütünün içindeki eşsiz varlığını pekiştirmek üzere tek başına kalmak ihtiyacını duyuyor.

Dostlarımın, ailemin, akrabalarımın çoğu gibi ben de Türkiye Cumhuriyeti tarihine geçecek olan Haziran 2013’ün çoğunu Gezi Parkı’nda, Taksim Meydanı’nda veya meydana açılan sokaklarda geçirdim. Bir dolu genç insanla tanıştım, çadır önü sohbetlerine katıldım. İzah edilemeyeni mizah ettikçe hem katıla katıla güldüm hem de zekâlarına hayran kaldım. Bir öğleden sonra, tam metroya binip eve dönecekken Taksim Meydanı’nda duran adamların arasına karıştım, #durankadın oldum.  Evde kaldığım akşamlarda sosyal medyada gezinmekten gözlerim şaşı oldu. Çok yazdım. Gezi direnişinin lehinde ve aleyhinde yazılan hemen her şeyi okudum. Yabancı gazetelerle, radyolarla röportaj yaptım. Az yedim, çok koşturdum. Hiç alışveriş etmedim. Bir damla içki içmediğim halde sokaklarda coşkudan sarhoş dolaştım. Gördüğüm sevgi ve dayanışmadan yüreğim kabardı, gözlerimden taştı, gözlerim yüzüme sığmaz oldu.

Geçen ay âşık oldum. Ülkemin insanlarına. Ya da ülkeyi filan da boş verin. İnsana âşık oldum. İnsan denen tasarım mucizesinin yarattığı için de tanrıya. Öyle âşık âşık dolaştım gaz kokan ara sokaklarda.

Herkes “Şimdi ne olacak?” diye soruyor. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyoruz ki doğru. Sosyolog merceğinden bakıp durumu ve geleceği aşağı yukarı görebiliyorum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar geçen zamanda dünyanın çok farklı coğrafyasında benzer dinamikleri içeren toplumsal patlamalar oldu, oluyor, olacak. Bu hareketler, toplumsal ve siyasal alanlarda köklü dönüşümlere analık etti. Gezi Parkı direnişinin meyvelerini de toplumsal, siyasal, kültürel ve hatta bireysel hayatlarımızda toplayacağız yavaş yavaş. Orası kesin. Şimdi burada sosyolojik analize girmeye hiç niyetim yok. Enfes analizler keskin kalemlerin ucundan şakır şakır damlıyor zaten bu aralar. Hepimizin yaratıcı kanalları açıldı bu Gezi sürecinde. Birbirinden iyi yazılar çıkıyor sağda solda, her yerde.

Ben, madem sosyoloji kariyerimi yoga uğruna terk etmişim, o halde Gezi Parkı olaylarına sosyolojik açıdan değil de yogik bir yerden bakayım.

Gezi Parkında bize neler oldu?

Evet çok şeyler yazıldı, çizildi. Apolitik ama fırlama 90’lar gençliğinin peşinden biz vicdanı hür vatandaşlar ülkenin iki lokma yeşilinin dönüm dönüm satılmasından, hayatlarımızı yüksük kadar bir alana sıkıştıracak olan yasa ve düzenlemelerden, youtube’un, blogger’ın her altı ayda bir mahkeme kararınca kapatılmasından, THY hosteslerinin ruj rengine bile devletin karar vermesinden, çocuklara tecavüz edenlerin salıverilip durmasından, komşu sınırında dönen pis savaştan yarım yamalak haberdar olmaktan, patlayan bombaların ardından hâlâ yirmi dört aya varan taksit olanakları ile bizi alışveriş etmeye zorlayan reklamlardan bunalıp sokaklara döküldük. Meğer hepimiz bu anı bekliyormuşuz. Gezi Parkı için nöbet tutan gençlerin hareketi çöldeki vaha gibi belirdi hayatlarımızda. Hepimiz elimizdekini oracıkta bırakıp vahaya koştuk. Gazı yedikçe daha da “gaza geldik.”

Hikâyenin bu kısmını hepimiz az çok biliyoruz.

Bana sorarsanız orada bize başka bir şey daha oldu. Çok kabaca ve dilbilgisi kurallarını hoyratça yıkarak ifade etmek gerekirse, Gezi Parkı’nda bize yoga oldu.

Ne mi demek bu şimdi? Mizah edemeyeceğim için izah edeyim:

Sanskrit kökenli bir sözcük olan yoga bütünlük, birlik anlamına gelir. Bedenin, nefesin, zihnin, benliğin birliğidir yoga.  Yaradan ile yaratılanın bütünleşmesi, insanın kendi özü ile birleşmesi, diğerinde Yaradan’ı görmesi… Yoga bu insanlık hallerinin tamamını kapsar. En genel anlamıyla yoga insanın bir bütünün parçası olduğu gerçeğine gözlerini açmasıdır.

Bu gerçeğe gözlerimizi açmak özellikle yaşadığımız şu çağda çok önemli. Son yüzyılda hızla değişen iş ve özel hayat biçimleri insanı tarih boyunca eşi benzeri görülmemiş bir yalnızlığa sürükledi. Borç ödemek için büyük şirketlere gençliğini satan insan evladı, ışık hızıyla doğadan, aileden, cemaatten ve maneviyattan soyutlandı. Gökyüzündeki yıldızları bile görmesini engelleyen şehir ışıklarının altında kendini ufacık, zavallı ve tek başına bir varlık olarak görmeye başladı. Zaten o şirketlerdeki geleceğini garantilemek adına yedi yaşından beri bir sınavdan diğerine koşturarak çocukluğunu, ergenliğini feda etmişti. Hayat bir hayaldi.  Belki biraz hafta sonlarında, bir parça yılık izinlerde ve kim bilir belki bu işten istifa edilecek bir cesur gelecekte gerçekleşecek olan bir hayal. Onu zaten kimse anlamıyordu. Bir sonraki iphone’un piyasaya sürüleceği günü bekleyen insanlar hallerinden memnun gözüküyorlardı. O da Apple dükkânının önünde sıraya girenlere katıldı.

Zirvesi gökleri delen Himalayaların uzak mağaralarından dünyaya inen yoga, yirmi birinci yüzyılın yalnız insanı için gökte ararken yerde bulduğu bir nimet, hayatı bir hayal değil, hemen şimdi, şu anda yaşatmaya yarayan mucizevi bir araçtı. «Belim ağrıyor» ya da «Sıkı popom olsun» gibi dünyevi sebeplerle yogaya başlayanlar bile hareketlerin tasarımından bedene sızan enerjisi sayesinde kısa sürede yeni bir gerçekliğin gözlerinin önünde açıldığını fark ettiler. Yalnızlık hissi, alışverişe, yemek yemeye karşı duyulan oburluk, kronik şikâyetler kişi kendi ve diğerleri ile yeniden bağ kurdukça azalmaya yüz tuttu. İnsanların yirmi birinci yüzyıl yalnızlığında akın akın yoga derslerine koşmaları kısacık bir süre için bile olsa bütüne aidiyeti hissetmek içindi.

Biz de Gezi’de bütünlüğü hissettik. Bağ kurduk. Hiç tanımadığımız insanlarla ve kendimizle. Yalnız olmadığımızı bildik. Yüz binlerce yıldızın altında hep beraber yatarken yüreğimiz bütün insanlıkla beraber attı. Orantısız zekâdan doğan esprilere gülerken insan denen tasarım mucizesini yarattığı için Tanrı’ya şükrettik. Gezi’de biz yogadan sarhoş olduk. O sarhoşlukta herkesi sevmek çok kolaydı. Düşenin elinden tutmak, tanımadığın birisini kurtarmak için gaz bulutunun içine dalmak, evinin kapısını yaralılara açmak, kazan kazan yemek yapıp bedavaya dağıtmak, bütüne aidiyeti kanında, canında hissederken kolaydı.

İnsanın doğasında vardır bu hal. Yoga kafası derim ben buna. Beyin öyle bir kimyasal salgılar ki herkes kardeş görünür gözünüze. İnsan mucizevi bir tasarım. Sonsuz nefrete kadir olduğu gibi sonsuz merhamet de aynı cinsin yüreğinden, beyninden çevresine yayılıyor. Merhameti tetikleyen «yoga kafasını» yoga yapmayana anlatamazsınız. Anlayamaz. Dediğim gibi basit bir beyin fonksiyonudur çünkü. Ya vardır ya yoktur. Anlamasını beklemek haksızlıktır.

Biz de Gezi olayları sırasında bir yoga seansındaki gibi büyük bir bütüne ait olduğumuzu hatırladık. Tek başımıza da olsak bize kol kanat gerecek güzel insanların bu dünyada yaşadığını öğrendik. Farkında olmasak da örümcek ağından ince ağlarla birbirimize bağlı olduğumuzu kavradık. Dünyaya açılan penceremizin panjurlarını sonuna kadar açıp manzaranın enginliğine hayran olduk. Herkesin iyi kötü bir hikâyesi olduğunu, merakla dinlersek kabul edebileceğimizi hissettik.

İşte bize Gezi’de böyle bir yoga oldu. Yoga’nın beyinde nasıl bir kimyasal hal yarattığını yoga kitapları okuyarak hissedemeyeceğiniz gibi, Gezi’yi de sokaklara dökülmeden, parkları doldurmadan, gençlerin gözlerinin içine samimiyetle bakmadan anlayamazsınız. Ezber bozuldu çünkü. Bildiğimiz ezber kalıplarının penceresinden anlaşılacak bir hareket değil dışarıdaki. Bir anlayış atlaması yaşandı.  Eski kafalar «upgrade» edilmezse bu yeni kafa hiç anlaşılamayacak. Eski beyinlere yeni işletim sistemleri yüklenmedikçe gruplar arasında diyalog kurulamayacak.

Sonra park darmaduman edildi. Biz Bey ile oradaydık o akşam. Faciayı yaşamak, güzelliğin yarım saatte nefret tarafından yok edilebileceğine hep beraber tanıklık etmek bizi birbirimize iyice yakınlaştırdı. Aramızdaki birlik ve aidiyet hissi perçinlendi. Sonrasında artık yan yana çadırlarda uyumasak bile beraberdik. Bunu yüreğimizin bir kenarına yazdık. Ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, bunu da bildik.

Esas iş şimdi başlıyor, hepimiz farkındayız.

Hocalarımız bize yogada hep şunu hatırlatırlar: Mat üzerinde yaptığınız çalışma hayatınızın aynasıdır. Hayatta sizi zorlayan şeyler yoga matı üzerinde de sizi bulur. Yoga sırasında zorlandığınız noktalarda alışkanlık tepkinizi vermek yerine, yeni bir şey denerseniz bu tecrübe hayata da yansır. Kaçmak yerine kalmak, öfkelenmek yerine gözlemlemek, oflayıp puflamak yerine nefes almak alıştığımız yolların kırılıp yerine tazelerinin gelmesini sağlar. Kişiyi daha mutlu ve özgür kılacak olan dönüşüm de burada başlar.

Gezi Parkı bir büyük bir yoga matıydı. Dilek Kökter Kuraldışı derginin geçen ayki sayısında  pek yerinde bir gözlem yapmış ve Gezi Parkı için «bireysel gelişimin gerçek merkezi» demişti.  Evet, orada alışkanlıklarımızı kırdık. Yeni bir şeyler denedik. Yenideki tazeliği, özgürlüğü tattık.

Şimdi yogayı hayata taşıma vakti. Grupça değil, tek başımıza. Bütüne aidiyetimizi unutmadan, pencerenin daralmasına izin vermeden daha mutlu ve özgür insanlar olma yolunda çalışma zamanı şimdi… Yüreğimizde aidiyet hissinin alevi taze iken her birimize düşen görev o bütünü tamamlayan eşsiz varlığımızı gerçekleştirmek, yaşamak ve ifade etmek.

Dünya bizimle daha iyi bir yer!

Namaste!

KD © 2013 Her hakkı saklıdır. Sitedeki yazılar izinsiz ve kaynak belirtmeden başka yerde yayımlanamaz. Ancak yazıları yazar ismi ve kaynak belirterek ya da dergiye link vererek paylaşabilirsiniz.

 


Filed under: Gezi Park, Turkish, Yoga, İstanbul Yazıları Tagged: direniş, gezi, taksim, İstanbul

Depresyonda Yoga

$
0
0
Foto: Rebekka Haas

Foto: Rebekka Haas

Dün yine kanepe üzerinde geçti. Uyudum, uyandım. Size yazmak yerine bir tencere pirinç çorbasını mideye indirdim. Yine uyudum, yine uyandım. Akşam yedi gibi Bey’in yalvar yakarları sağolsun bizim blok etrafında bir yürüyüşe çıktım. Tabii iyi geldi. Kanepede ahlayıp vahlarken mahallede bir yürüyüş kadar basit bir eylemin bana kendimi iyi hissettireceğini düşünemiyorum. Ama zaten depresif hallerin en tehlikeli yanı da bu değil mi? İnsan kendini iyi hissettmek istemiyor. Ruhunun bir tarafı çok derinlerde akan mutsuzluğa teslim oluyor. Benim de farkettiğim, o derin mutsuzluğa teslim olmak isteyen tarafımdan kalktığım günlerde kendimi iyi hissettirecek şeyler yapmaya hevesim hiç yok. O günlerde bırakıyorum o tarafımı, teslim olsun istediği mutsuzluğuna. Çok da itelememek lazım depresyonu.

Bu sabah nisbeten zinde, keyifli ve erken uyandım. İş kıyafetlerimi giyinip salona koştum, yarım saat yoga yaptım. “Çok iyi geldi valla” gibi beylik bir laf etmeyeceğim. Zaten çok iyi gelmedi. Yani kendimi daha iyi hissetmedim. Sadece kendime biraz daha yaklaştım ki şu aralar okuduğum Çeyiz Sandığı adlı kitabın yazarı çok eski dostum Ebru Tuay Üzümcü’nün söylediği gibi “kendinden uzaklaşan insanlar mutsuz ve öfkeli olurlar”. (Daha mutlu, daha özgür hayatlar yaşamakla ilgilenen herkese Çeyiz Sandığı’nı okumalarını öneririm. Derinde bildiğimiz ama bildiğimizi bilmediğimiz bilgeliklerle dolu bir kitap.)

Kendime yaklaşmak, elbette, hele ki böyle bir zamanda günlük güneşlik bir ruh hali yaratmıyor. Bu sebeple hocamız bize der ki “kendinizi çok duygusal hissettiğiniz günlerde yogayı atlayın”. Meselâ geçen yaz babamı kaybettiğimde bana altı hafta boyunca yoga yapmamamı tembihlemişti hocam. “Yoga yapmak yerine deniz kenarında uzun yürüyüşlere çık” demişti. Yas gibi derin keder duyguları insan ruhunu yalar geçerken, insanın kendine yaklaşması hem çok zor, hem de o duygunun merkezine girmek sanıldığı gibi ruhu iyileştirmiyor. Büyük kayıpların duygusunun ruhu alabora ettiği zamanlarda yoga yapmak, fırtınalı bir denize yelken açmaya benziyor. Seyir boyunca sadece dalgayla, rüzgarla mücadele edip, seyrin sonunda da sakin bir koya filan varmıyoruz. Aksine o dalgayı, rüzgarı bütün gün içimizde taşımaya devam ediyoruz.

Duyguların yükselmediği, suların nisbeten sakinleştiği günlerde yoga yaptığımızda amacımız kendimizi daha iyi hissetmek değil zaten. Piyasa ekonomisi yoga derslerini bir diğer “feel good” aracı olarak pazarlasa da geleneksel yapısında yoga, insan kendisini daha iyi hissettsin diye değil, kendine ve oradan kainatın yaratıcısına yaklaşsın diye uygulanan bir disiplin. Bir arkadaşım neden yogayı sevdiği sorusunu “bana kendi kendimle geçirdiğim bir zaman verdiği için”  diye yanıtlamıştı. İnsan ayrobik dersinde, bale dersinde, ormanda koşar, denizde yüzerken de kendi kendi ile bir saat geçirmiş olmuyor mu? Oluyor tabii ama yoga seansının farkı hocanın bizi devamlı olarak içimize bakmaya, yargılamadan iç gözlem yapmaya çağırmasında. Tek başına koştuğumuz ya da yüzdüğümüz zaman bu çağrıyı tek başımıza duymamız yogadaki kadar kolay değil.  Bir hedefimiz yok yogada. Ayrobik ve bale derslerinde genelde salonda bulunan ayna da yok. Bedenimizi çalıştırsak bile amaç o bedeni bir şeye dönüştürmekten çok o bedeni hissetmek.

Gezi Direnişinde aktif rol oynayan öğrencilerim bu aralar yoga yapamadıklarından şikayetçiler. Bu çok normal bir şey. Hepimiz yoğun duygulardan geçiyoruz. Hergün karşılaştığımız adaletsizliğe karşı sinirimiz bozuluyor, öfkeleniyoruz. Zulm edilerek ölenlerin yasını tutuyoruz. Sokaklardakilerin hayatında ise korku duygusu çok ciddi bir rol oynuyor. Tutuklanma korkusu, yaralanma korkusu, ölüm korkusu. Zamanlar normal zamanlar değil.

Bu aralar yoga yapamasak da “normal” zamanlarda düzenli olarka yaptığımız yoganın meyvelerini şimdi topluyoruz. Fırtınada denize çıkmıyoruz evet ama fırtına bizi karada yakaladığında da “dünya başıma yıkıldı” bilincinden çok “bu da geçecek, çünkü evrende herşey gelir ve geçer” bilinci ile hayata bakıyoruz. Belki bu bilinç varlığımızın çok derinlerinde bir yerlerde gizleniyor. Belki benliğimizin sadece yüzde 1′lik bir kısmı sarılıyor “bu da gelir, bu da geçer” inancına. Olsun. O yüzde 1′e sarılmak ve oradan yaşamak mümkün. Kanepeden kalkmak da işte o yüzde birin ipine tutuna tutuna oluyor….


Filed under: Turkish, Yoga Tagged: depresyon, duygusallık, gezi, Yoga

Yoga ve Ben 3: İkinci Yarı

$
0
0
samakonasana

Foto: Rebeka Haas

Yoga ile aşkımızın ikinci aşamasına geçerken ben ne haldeydim, bir önceki yazıdan az çok çıkardınız.

Ancak şimdi, altı yıl sonranın penceresinden baktığımda gördüğüm manzara benim o zamanların şimdisinde gördüğümden de çok farklı. İyi ki gelecekteki kendimiz var. İyi ki onun bizden daha iyi, daha olgun, daha bilge ve kim bilir belki de daha mutlu bir hayat yaşadığını düşünüp avunuyoruz. Ben Gelecekteki Ben’i çocukluğumdan beri ablam, rol modelim olarak düşünüp hem sakinleşir, hem heyecanlanırım. Şimdi bile size bu satırları yazarken altı, on, on beş sene sonra bunları okuyup gülük küçüklüğüme, acemiliğime, tecrübesizliğime  gülümseyen  bir Gelecekteki Ben’in şefkatli bakışlarını üzerimde hissediyorum.

Portland uçağında nihayet kabul edildiği Shadow Yoga eğitimine giden bana da ben buradan gülümsüyorum. Daha başına geleceklerden haberin yok yavrucuğum. Ne kadar kibirli olduğunun farkında bile değilsin. O kibiri senden silkeleyecek bir hocanın huzuruna çıkacaksın birazdan.

Evet kibir…Kibirlinin kör noktasına düşen baş belası. Gezi olaylarının başlangıcında yazdığım “What is Happenning in Istanbul” adlı yazıya gelen binlerce yorumdan bir tanesi beni Kemalist kibirimden ötürü kınıyordu. Hayatta ne Atatürkçülüğe özenmiş, ne de din karşısında durmuş olmama rağmen bence pek nötr bir yazıdan Kemalist kibrimin okunması canımı sıktı tabii. Canımı sıktı çünkü muhtemelen doğruydu. Dedim ya kibir insanın hep kör noktasına düşer. Ben ki bütün ideolojik söylemleri ayrımcı ve elitist bulduğumu her fırsatta dile getirdiğimi zanneder, ideolojiye değil her insanın onurlu yaşam hakkına inandığımı söylerken demek ki kibiri elden bırakmıyordum. Kibir insana ailesinden geçer, ince ince diline, zevkine, bakışlarına, yargılarına sızar. Kibirli insan kendinin bir şekilde ötekinden daha özel olduğuna inanır.

 

Ben de bizim yoga ile aşkımızın, yoga yapan  bütün diğer insanlarınkine göre daha özel olduğuna inanıyor muydum? Tüm kalbimle. Tüm kibrimle. Evet filanca da yoga yapıyordu ama her sabah kalkıp yapmıyordu. Ötekisi her sabah yapıyordu ama yogayı sadece fiziksel bir şey olarak yapıyordu. Diğerinin pranayamadan haberi yok. Falanca Hindistan’a gitmemiş, bütün yoga hayatını kalabalık bir şehri kalabalık bir stüdyosunda geçirmişti.

Hayır kimse, hiç kimse yogayı benim kadar sevmiyordu işte! Bizimki çok özel bir ilişkiydi.

İşte Zhander Remete ile çalışmaya doğru uçarken bilincimin çekirdeğine bu fikir ağlarını geçirmişti. Kimsenin yoga ile ilişkisi benimki kadar özel olmadığından Zhander Hoca bendeki cevheri muhakkak görecek, bana her daim muhtaç olduğum (ama o zaman daha bilmiyorum) onayı, beğeniyi, alkışı tutacaktı.

Zhander  hocayı aranızdan tanıyanlar, onunla çalışanlar var. Eminim şimdi siz de gülümsüyorsunuz. Sevgili yoga ustamızın -bence- en karakteristik özelliği  öğrencinin şahsi hikayelerine karşı kayıtsızlığı. Karşısına geçip de “ahh şuram ağrıyor”, “vaahh kalbim sıkışıyor”, “gözüm doluyor”, “travmam su yüzüne çıktı” diyemezsiniz. Dedirtmez size. Bir parçacık akl-ı selim varsa, o hikayenin anlatılması değil, hayattan arıtılması gerektiği mesajını ustadan almışsınızdır zaten.

Bende var mıydı bir parça akl-ı selim? Hayır. O yüzden her dersten sonra “pardon bir şey soracağım” bahanesi ile ne kadar özel olduğumun onayını dilenirken bir güzel silkelendim. Küserdim normalde, ama yogası çok iyiydi ustanın, az zamanda çok derin yerlere dokunuyordu. Dört yıllık yoga hayatımda, saatler pranayamalı, meditasyonlu, omlu çalışmalarımda hiç böyle bir tatmin ve aidiyet hissetmemiştim.  Küsmek yerine kalmaya karar verdim.

Ön sıradan arkalara bir yere geçtiğim sabah Zhander hoca kime hitap ettiği tam olarak kestirilemeyen konuşmaların birinde “Βuraya duygusallığınızı getirmeyin. Gidin temizlenin duygusal dertlerinizden, ondan sonra sakin, merkezde bir zihinle karşıma çıkın, yoga sizin duygusal mastürbasyon alanınız değildir” dedi. Ben şaşkına döndüm. Yoga benim bir numaralı duygusal mastürbasyon alanım olmuştu çünkü o güne kadar. Yoga yaparken duygulanırdı insan. Ağlar, güler, duyguların dalgasında sörf yapar, zevki de acıyı da uzun uzun çiğnerdi. İyi bir film seyretmek gibiydi yoga yapmak. İnsana insan olduğunu hatırlatırdı.

Yoksa öyle değil miydi?

Kibir gibi kör noktama düşen başka bir özelliğim de buydu işte. Duygusal bir hayatın zengin bir hayat olduğuna inanıyordum. Bu inanç beni durmadan dramatik hikayelerin kucağına, üzüldüğüm, kızdığım, kırıldığım ya da çılgıncasına sevdiğim durumlara itiyordu. Herşeye herşeye karşı bir duygum olmalıydı.  Yeni biri ile mi tanışıyorum? Yeni bir yoga hareketi mi deniyorum? Bir koku mu duydum? Bir müzik mi dinledim? Sevmek, sevmemek arasında karar vermem gerektiğine inanıyordum. Bir dur değil mi? Bir izle, bir gözle. Hayır duygusallık öyle sabırlı bir şey değildir. Duygu durmaz çatlak sesli kocakarı gibi konuşur sana. Sevdim dersin, yok ben bunu beğenmedim, sevmedim. Duygunun yargısı iner hemen. Varolana isim verir, hüküm giydirir. Bir sakin durup izleyemezsin olup biteni.

Zhander Hoca’nın yanında eğitimime devam ettiğim yıllarda his ile duygu arasındaki farkı öğrendim. Duyguyu tanımayı, onun değişken doğasına kapılmamayı ama aynı zamanda onu bastırmamayı, yaşamayı da öğrendim. Duygu tam olarak hissedilmediği zaman zihinde bulanıklık yaratıyor. Bir şeye karar veremiyoruz mesela. Arkasında korku duygusu yatıyor. Korkuyu hissetmek yerine akılcı hesaplar yaparak kararımızı vermeye çalışıyoruz. Olmuyor. Karar içimize sinmiyor. Korku (ya da duygu ne ise o) farkedilip, hissedilmedikçe sindirilmiyor, zihinde bulanıklık yaratmayı sürdürüyor.

Yoga bir psikoterapi yöntemi değil. Hissedilmemiş karmaşık duygu katmanlarının  iyice bulandırdığı zihinlere berraklık getirme gibi bir amacı da yok zaten. Bedeni, nefesi, zihni ve duyguları hissettmeyi kolaylaştırdığı için psikoterapi ile elele gittiğinde mucizeler yaratabiliyor. Ama tek başına yaralı ruhları iyileştirmeye yetmiyor.

Kendimi keşfetmek için yogadan başka araçlara da ihtiyacım olduğu işte bu ikinci yarıda aklıma düştü. Herşeyin cevabı yogada saklı değildi. Her türlü derdime o şifa olmayacaktı.

Hayal kırıklığına uğradım mı?

Hayır. Hem de hiç. Biraz rahatladım hatta. Yoga herşeye şifa değildi tamam ama beni bırakmayacaktı. Zhander Hoca ile çalışmaya başladıktan sonra hissettiğim ve yıllar içinde iyice belirginleşen his şükran oldu. Artık dört saatlik sabah seansları yerine kırk beş dakika, bazen yarım saat ve hatta bazen sadece on beş dakikalığına beraber oluyorduk kendisi ile. Elimdeki ısısını bütün gün hissediyordum. Sabaha buluşacağız diye heyecandan gözüme uyku girmediği geceler de mazi olmuştu ama her sabah beni usul usul kendisi ile buluşmaya davet ediyordu. Kendimi çözmeye giriştiğim uzun meditasyon seansları da, bütüne aidiyeti ve yaradanın kudretini ve mermametini hissettiğim kutsal ancıklara dönüşmüştü.

Ama sanırım ki en büyük değişim bir insana aşık olunca geldi.

Hep duymuştum, yoga tek başına değil, ancak ve ancak bir ilişkide yaşanır diye.

Ne demek istediklerini yine bu ikinci yarıda anladım.

O da tabii yarına kaldı!

Hepinize çok sevgiler.

 

 

 

 

 

 

 


Filed under: Arkası Yarın, Shadow Yoga Yazılaır, Turkish, Yoga Tagged: portland, Yoga, zhander hoca

Yoga ve Ben: Dünyevi Aşk Başa Düşünce…

$
0
0
Foto: Rebekka Haas

Foto: Rebekka Haas

Hepinize Merhaba!

Bu yazıyı yazmak üzere Fresh Pot kahvesine geldim. Kaldırımda bisikletimi bağlarken üç genç ve güleryüzlü kadın yaklaştı, bedava kucaklanmak ister miyim diye sordular. “Eh olur, tabii” dedim. Buyrun kucaklaşalım. Sarıldık birbirimize. Sarıldık ve hemen ısındık birbirimize. Beraber fotoğraf çektirdik. Dünya rekorunu kırmak istiyorlarmış. Belki biliyorsunuzdur, dünyada böyle bir hareket var. İnsanlar ellerinde “free hugs” (bedava sarıl) yazan pankartlarla meydanlarda durup, isteyene sarılıyorlar. You tube’da girerseniz New York’un, Bangkok’un, Buenos Aires’in orta yerinde birbirlerine sımsıkı sarılan ve bu temastan çoşan insanların her seferinde beni gülümseten görüntülerini bulabilrsiniz.

Ben de yüzümde koca bir tebessüm ile Fresh Pot’dan içeri girdim. Mâlum cumartesi öğleden sonrası benim yazıhane tıklım tıklım dolu. Çocuklar, bebeler, yaşlı teyzeler…Oturmanın tek yolu masa paylaşmak. Benim gibi bilgisayarının ardına gömülmüş bir genci gözüme kestirdim, karşısına yerleştim. Şimdi Mac bilgisayarlarımızın sırtlarını  birbirine dayadık, karşılıklı yazıyoruz. Dışarıda, kahvenin penceresinin hemen önünde insanlar birbirlerine sarılmayı sürdürüyorlar.

Ben de hikayeme kaldığım yerden devam edeyim.

Yoga ile ilişkimde balayı süreci diye tabir ettiğim  ilk dört sene, farklı sistemleri, farklı hocaları deneyerek geçti. Şükürler olsun ki karşıma çıkan hocaların hepsi değerli ve yogayı ciddiye alan harika insanlardı ama Portland’daki Shadow Yoga kursu sırasında, Zhander Hoca’nın ruhumda uyandırdığı güven ve teslimiyeti ilk defa tecrübe ediyordum. Yoga çalışmalarıma onun rehberliğinde devam etmek ve kendisi uygun görürse bir gün bu sistemi öğretmek istediğimi söylediğimde, bundan sonra artık sadece Shadow Yoga sistemine sadık kalmam gerektiğini dile getirdi. Başka sistemlerden gelen hocalardan alacağım  bilgi  sularımı bulandırmaktan başka işe yaramayacaktı bundan böyle. Yogada derinleşmek istiyorsam, kuyudan kuyuya atlamak yerine, bir kuyuda karar kılıp onun sularına gömülmek icab ediyordu.

Zhander Hoca’nın öğrencilerinden en büyük beklentisi ne yaptıkları konusunda akıllıca davranmalarını. Yoganın hem teorisini hem de pratik uygulama alanlarını (bedenin enerji anatomsi bazında) iyice öğrenmemizi ve ezberden değil bilgi, sezgi ve sağduyunun bileşimi bir yerden çalışmamızı istiyor. Akılda, yürekte ve bedende bildiklerimizi bir araya getirip uygulamaya koyduğumuzda zaten sorularımızın çoğu kendiliğinden yanıtlanmış oluyor. Belki bu yüzden hocamızı en çok kızdıran şey cevabı besbelli, öğrencinin sırf ilgiyi üstüne çekmek istediği için sorduğu sorular.

Ben bir yandan hocama  sadakat sözü verirken, aynı sözü artık hiç ayrılmayacağımı bildiğim bir adama da veriyordum. Hayatın tuhaf raslantılarından biri yoga ile ilişkimizin Zhander Hoca’nın kanatları altına girdiği  hafta nice zamandır beklediğim hayat arkadaşı da karşıma çıktı. Tıpatıp aynı hafta! Yıldızların işi olsa gerek. Peki bu adam hayallerimdeki erkek miydi? Tabi ki hayır.  Ama tam da bu yüzden evet! Kafamdaki belirlediğim standartlara uymuyordu ama aşkın standart filan dinlemediğini bana bir kez daha hatırlattığı için yüreğimin doğru yere demir attığını biliyordum.

Öte yandan, yoga sonrası yıllarını özgürce dünyanın bir ucundan diğerine koşarak geçirmiş bir kadın için, bir hayat arkadaşını ne kadar özlerse özlesin,  ilişki korku yaratan bir fikirdi. Kendi başıma planlar yapmaya alışmıştım. Bütün hayallerim bundan sonra nerede yaşasam, ne iş yapsam, nerelerde ev tutsam bazında şekilleniyordu. Aşık olduğum adam benim tam tersimdi. Tatile gitmek için bile evinden, şehrinden, alıştığı düzeninden kopmaktan hoşlanmıyordu. Ben sabah uyanıp kendime sokaklara atmaya bayılırken, o akşama kadar sessiz sakin evde oturmak, akşam çıkıp arkadaşları ile buluşup yemek içmek istiyordu. Ben akşam yemeği yemeyi yıllar önce bırakmış, güneş battı mı eve girip sessizliğe gömüldüğüm bir hayata alışmıştım. Bütün bu zıtlıkların ötesinde, aşık olduğum adam, onu zamanla ancak çok rahat edebildiği ortamlarda yaşamaya mecbur edecek bir hastalıktan (MS) muzdaripti.

Yoga ile aşkımızın hikayesine başlarken söylemiştim, hatırlarsınız: Aşkı barındıran yürek, cesaretin de yuvası. Sevginin tersi nefret değil, aslında korku. Korkuyu ancak sevgi yenebilir. İlk bakışta sevdiğim bu adam ile hayatın zor geçeceğini, bir çift olarak bir çok kısıtlama ile karşılaşacağımızı baştan bilmiş miydim? Elbette bilmiştim. Ama her çiftin hayatında kısıtlamaları yok mudur?  Şimdi değilse, bir gün olması ihtmali vardır. İlişki zaten iki insanın hayatın kısıtlamaları karşısında ne yaptıkları, kendi eksiklikleri ile nasıl baş ettiklerinin efsanesi değil midir?

Korku yüzünden insanın kendini aşktan men etmesi  benim kitabımda yazmıyordu. Korkuyu olduğu gibi kabul ettim, hatta bağrıma bastım ama hayatıma yön vermesine izin vermedim.

Ve işte böyle balıklama daldım yeni aşkın sularına…

***

Yogalı hayatımın ilk bölümünde, bir çaydanlık dolusu bitki çayı, kitap, defter ve minik bir tatlı ile başbaşa geçirdiğim akşamların sabahında tek başınalıktan müthiş zevk aldığımı kendime defalarca tekrarlamıştım. Kendimi kandırdığımı da zannetmiyorum. İnsanın kimselere hesap verme ihtiyacını duymadan alıp başına gitmesi, özgürce hayal kurup sonra o hayalleri gerçeğe dönüştürmesi… Bunlar hayatı çok tatlı kılan şeyler. Bir defasında turistik olmasın diye diye bir kasabadan diğerine atlaya atlaya  Laos’un derinlerinde bir köye  varmıştım. Bisikletimi sürdüğüm kırmızı toprak yollarda karşılaştığım fosforlu yeşil pirinç tarlalarından dönen genç kızlar beni evlerine davet etmişler, bütün kadınların oturduğu bir odada papaya salatası ve  yöresel pilavlarından ikram etmişlerdi. Gün batımı idi. O anda çok mutlu olduğumu ve hiç bir ulusa, dine, zamana değil, insanlığa, ve hatta bütün evrene ait olduğumu, üstelik evrendeki yerimin (herkesinki kadar, herkesinki gibi) çok önemli ve eşsiz olduğunu etimde kemiğimde bilmiştim.

Yalnız yaşadığım, bazı günler iki cümleden fazlasını konuşmadığım, bol bol dünyayı ve kendi içimi izlediğim o zamanları yaşamasaydım yine bu hisleri tecrübe eder miydim?  Bilmiyorum.

Yoga iki kişi ile başlar, derler. Yoga ilişkide yaşanır. Yoganızın değeri, bir ilişkide ne kadar dürüst, açık kalpli ve ne derece kendiniz olmayı başarabildiğinizle ölçülür. Evet, bunların hepsini duymuştum ama gerçek bir ilişkinin sularına kendimi bırakana kadar tam anlamlarını kavramamışım. Zamanla anladım: Yoganın temelini oluşturan prensipler (yama-niyama) ancak ve ancak ilişki sırasında yaşanabiliyor. Bunun illaki romantik bir ilişki olması şart değil ama romantik ilişki her anımıza nüfus eden ve sevgi dozu yüksek bir ilişki tipi olduğundan, yogayı hayata geçirmek  içim  verimli bir uygulama alanı yaratıyor. Bu ilişkiden öğrendiklerimizi ailemiz, arkadaşlarımız, çocuklarımız, öğrencilerimiz ve hatta tanımadığımız insanlarla kurduğumuz ilişkilere taşımamız mümkün.

Yoganın ilk ilkesi olan ahimsa, yani şiddetsizlik, karşımızdaki insana elbette fiziksel olarak zarar vermeyeceğiz anlamına geliyor ama aynı zamanda onun kalbini de kırmayacağız demek oluyor. Yani sivri dilimize hakim olacağız, karşımızdaki ile ancak dalga geçerek iletişim kurabiliyorsak bu alışkanlığımızı elden geçireceğiz demek oluyor. Ya da arkasından konuşmayacağız. Dolaylı da olsa onu yaralayabilecek şeylerden kaçınacağız. Ona kızarsak, kin tutmak yerine iletişim kuracağız, sen ile başlayan cümlelerimizi ben ile başlayan cümlelerle ile değiş tokuş edeceğiz. (Sen beni kızdırdım yerine kendimi kızgın hissediyorum gibi)

İkinci prensip satya, yani dürüstlük ilkesi ise başlı başına bir dönüşümü mecbur kılıyor. En azından benim için öyle oldu. Dürüst değil miydim? Dürüstlük yalan söylememekten ibaret olsaydı bile tam anlamıyla dürüst sayılmazdım. Bizim Bey’in çok sevdiği bir bardağını kırdığımda, bütün izleri ortadan kaldırıp,  ona söylememeyi tercih ediyordum mesela.  Ama bu kadarla kalmıyordu. Kendi doğrumu dile getirmeyi bilmiyordum. “Ben şimdi kahveye gidip yazı yazmak istiyorum” cümlesini bir türlü kuramadığım ama onun bunu kendiliğiden anlayıp “hadi hayatım sen şimdi bir kahveye git, biraz yazı yaz”  demesini beklediğim için (ve o da böyle bir şey demediği, demeyi aklına bile getirmediği için) yüksek voltajlı gerilimler yaşıyor, sonra gayet alâkasız bir konudan kavga ediyorduk.

Sevgi ya da aşktan yaptığımı sandığım bir çok şeyin çoğunlukla bir ihtiyaç, korku ya da öteki üzerinde güç kurma niyeti ile yaptığımı bu yıllarda öğrendim. Beni hayatım boyunca yönetmiş olan inat duygusunun kalbimi sadece kapattığımı, insanın kalbini sevdiğine koşulsuzca açmasının, yeni bir fikir ya da durum ile karşılaştığında direnmeden “evet, bir deneyelim bakalım” diyebilmesinin nice eski ve yeni yoga metninde yoganın özü olarak anlatılan “varolanın bir bütün olarak kabul edilmesi ve teslimiyet” anlamına geldiğini az bir şey çözdüm.

***

Şimdi sevgili okuyucu, bunca kelime kalabalığından sonra şunu da söylemek lâzım: Bu işler burada bitmiyor. Bu işler hiç bir yerde bitmiyor. Yoga kozmolojisine göre her birimiz (evet her 1imiz) evrenle bir olduğumuzu yüzde yüz bileceğimiz (aydınlanacağımız) güne kadar yeniden yeniden bu dünyaya geleceğiz. Bir hayatın sonunda nereye kadar evrilmişsek, sonraki hayat oradan başlayacak. Yani benim yoga ile on senedir yaşadığım beraberlik de, Bey ile evliliğimiz kadar taze ve bebeklik aşamasında henüz. Her iki ilişkim hâlâ ve her gün bana kendime ve genel olarak insana dair bir dolu yeni şey öğretiyor. Her iki ilişkimde de daha yolun çok başında olduğumun bilincindeyim. Gelecek beni heyecanlandırıyor.

İnsanın ve evrenin henüz ucunun ucunu gördüğüm potansiyelini, zenginliğini, hayatın sonsuz katmanlarını yaşamak için sabırsızlanıyorum. Her sabah bu merakla yogaya başlıyor, her gece bilincime sızan hakikatin ışığı ile sevdiğim adamın koynuna giriyorum. Her birimiz özgürleşene kadar bu devran dönecek.

Aceleye gerek yok!

Foto: Aisha Harley

Foto: Aisha Harley


Filed under: Arkası Yarın, Turkish, Yoga Tagged: aşk, hakikat, Yoga

Teknik bir Yoga Yazısı 2

$
0
0

 

Image with nadis on blue background ©1972 Sri Ramamurti Mishra

Image with nadis on blue background ©1972 Sri Ramamurti Mishra

Beden, zihin ve nefes çalışmaları vasıtası ile bütünleşmeyi amaçlayan Hatha Yoga’nın bize sunduğu anatomi sadece fiziksel beden ile sınırlı bir anatomi değildir. Yoga yaparken ne oluyor da alışkanlıklarımızdan inançlarımıza, günlük ilişkilerimizden damak tadımıza kadar çok şey değişiyor diye soracak olursanız Hatha Yoga anatomisine bir göz atmanızı öneririm. Tıpkı Çin tıbbında olduğu gibi Hatha Yoga’da beden beş duyu organı ile algılanan fiziksel bedenden daha geniş bir alana yayılır. Beden, evet iç organlar, sinir, solunum, dolaşım, sindirim sistemi ve beş duyu organı ile donatılmıştır ama bu yapıyı birbirine bağlayan ve ölü bedeni canlısından ayıran çok önemli bir parçası daha vardır: CAN.

İlk nefes ile bedene dolduğu ve son nefes ile bedenden çıktığı farzedilen bu yaşam enerjisi (can) Hatha Yoga’da Prana adını alır ve iç rüzgarlardan biri olan diğer (küçük) prana ile  karıştırılmaması için cümle ortasında bile kullanılsa özel isim gibi büyük harfle başlayarak yazılır. Pranayı nefes ve besinlerden alırız. Kimi Hatha Yoga gelenekleri Prana’nın zihnimizi dolduran verilerden de etkilendiğini öne sürer. Dinlediğimiz ve seyrettiğimiz her şey,  beynimizin filterisinden geçirdiğimiz bütün malumat da Prana‘nın dokusunu şekillendirir. Kalitesiz gıda ya da hava gibi kalitesiz veri de (bilgisayar ya da televizyon karşısında boş boş geçirilen bir saat içinde beynimize dolanlar)  canımızın hem yapısını hem de akışını olumsuz yönde etkiler.

 

Yani sizin anlayacağınız bu Prana, Hatha Yoga anatomisinde akan bir şey olarak anlatılır. Nasıl yani su gibi mi, diye metinlerin satır aralarını kurcalamaya, hocaları canından bezdiren sorular sormaya başlarsanız Prana’nın sudan çok rüzgar gibi tanımlandığını öğrenirsiniz. Aynı Ayurveda gibi Hatha Yoga da Samkya felsefesinden türemiş bir disiplin olduğu için, bedeni ve parçalarını betimlemek için sık sık Samkya’nın elementlerine başvurur. Samkya’nın beş elementi olan toprak (kşiti veya bhūmi) , su (ap veya jala), ateş (tejas veya agni), hava (marut veya pavan)  ve boşluk (vyom veya şunya veya akaş) bedenin farklı noktalarının niteliğini belirlerler.

Hatha Yoga’da Prana yani can, hava elementinin bir fonksiyonu olarak tarif edilir. Sudan çok hava, havanın da hareketlisi olduğu için rüzgara benzetilir Prana. Biz yoga hocalarının Prana için “iç nefes” tabirini kullanmamız da onun bu havai özelliğinden gelir. Prana, can ya da iç nefes nadi adı verilen kanallar içinde eser. Nadileri çok gelişmiş ve çok ince bir sinir sistemi olarak düşünebiliriz. Bedenin, hücrenin, hücre çekirdeğinin her bir noktasına ulaşan muazzam bir iletişim ağı oluşturur nadiler. Kimi H.Y metinlerine göre sayısı 72.000′i bulan nadilerin neyse ki sadece on üç tanesi bir yoga öğrencileri için önemlidir. Bu on üç içinde ise üç tanesi esaslıdır ki, ilk yıllarda bu üçünün farkına varmak bize Hatha Yoga anatomisini hissetmek için bol bol imkan sağlar.

Üç esas nadi, sağ burun deliğinden başlayıp omurganın sağ tarafı boyunca merkez kanda’ya inen güneş kanalı Pingala, sol burun deliğinden başlayıp omurganın sol yanı boyunca yine merkez kandaya inen ay kanalı İda omurganın (hatta omuriliğin) tam ortasından geçtiği varsayılan ve iki kaşın arasından başlayıp yine merkez kanda’ya inen Şuşumna kanalı. Şuşumna biz dünyevi insanlarda baştan kapalı bir kanal, bizi hayatta tutan şey ise dış nefes ile işbirliği içinde çalışan iç nefes Prana’nın İda ve Pingala içindeki akışının muntazamlığı.  

 

Hatha Yoga sisteminde fiziksel, duygusal ve zihinsel sağlık Prana’nın nadiler içinde muntazam akışına bağlanır. Prana bir yerde tıkanıyorsa eğer, orası çığ yüzünden iletişimi kesilmiş uzak bir köy gibi karanlığa gömülür ve sonunda -eğer ki yollar açılmazsa- ölüme mahkum olur. Prana‘nın nadi içindeki akışını tıkayan şeyler duruş ve beslenme bozuklukları gibi fiziksel bedene has sorunlar da olabileceği gibi, obsesyon, nefret, kin, inat, karamsarlık gibi zihinsel/duygusal durumlar da canın kanalları içinde akışını tıkayabilir.

Bir önceki yazıda sözünü ettiğim koşullar (asana, pranayama, pratyahara ortaklığı) altında Hatha Yoga çalıştığımız zaman, Prana‘nın nadiler içindeki akışı düzenlenmeye başlıyor. Bunun iç organlar ve kaslar üzerindeki etkisinin hissedilmesi bir kaç ayı alabilse de, Prana’nın zihin üzerindeki etkisi pek çok öğrenci tarafından daha ilk yoga derslerinin sonunda yattıkları şavasana ya da rahatça oturdukları bir pozda hissedilebiliyor. Zihinde (zihnin yeri Hatha Yoga’da yürek bölgesi olarak tarif edilir) Sükunet, netlik, hafiflik ve hatta özgürlük hissi  yoga dersine bir defa giren öğrencinin stüdyo kapısını bir defa ve sonra bir defa daha aşındırmasının arkasında yatan başlıca sırdır!

Prana  nadi içinde özgürce eserken biz de bir tatlı huzur ve belki de nicedir çözemediğimiz dertlerimize aniden derman buluyoruz ama bu iş orada bitmiyor. Prana’nın nadi içinde esmesinin incelikleri var ki, bunları da yarın yazışalım. Bu derste öğrendiklerinizi unutmayın, çünkü Hatha Yoga tekniği matruşkalar gibi bir katmanı açınca, diğer katmanı merak ettiren, böylece bizi daha derine derine sürükleyen bir bilgi deryası. Çok teknik olmakla beraber yaşamın, insanın ve varlığın gizemini içinde taşıyor olması da cabası…

Yarın Prana‘nın çocukları prana, apana, samana, vyana ve udana ile tanışmak üzere sayfamıza davetlisiniz.

Hepinize sevgiler,

Defne Suman

 

 

 

 


Filed under: Arkası Yarın, Turkish, Yoga Tagged: enerji anatomisi, hatha yoga, ida, pingala, Prana, Yoga

Teknik bir Yoga Yazısı 3

$
0
0

Geçen yazıda Prana ile tanıştık. Büyük harf ile yazılan Prana can olarak düşünebileceğimizi söylemiştik. Nadi adını verdiğimiz enerji kanalları içinde rüzgar gibi esen Prana, ilk nefesimizden son nefesimize kadar bizimle birlikte olan bir güç. Prana’nın kendisi de dahil olmak üzere bu yazı serisinde bahsi geçen bütün kavramları ilahi bir anlayışla değil de teknik ve hatta amprik bir gözle okumanızı rica edeceğim. Evet o canı oraya kim koyuyor, can sükunet içinde akar hale geldiğinde ilahi bilgiye bilincin açılması nasıl oluyor vs gibi Hatha Yoga’nın tinsel (spiritüel) tarafını ilgilendiren bir dolu soru akla gelebilir ama bu yazı, teknik ayrıntılarla ilgilendiği ve yazar kişi tinsel detayların mahremiyetinin korunması taraftarı olduğu için biz enerji bedeninden fiziksel bedenmiş gibi bahsedeceğiz.

Ki tam da oradan başlayalım: Hatha Yoga’da insan Atman (ruh) denen çekirdeğin etrafını saran beş koza bedenden oluşur. (Sanskrit: Koşa) Bu kozaların en dış tarafta duranı annamaya koşa etimizi, kemiğimizi, iç organlarımızı içeren fiziksel bedenin kozasısır. Annamaya koşa‘dan hemen sonra gelen katman Pranamaya koşa, bazen nefes, bazen enerji beden olarak yabancı dillere tercüme edilir. Siz Prana’nın anlamını bilen kıymetli okuyucular tercüme gerektirmeyen bir terimdir Pranamaya koşa. (Koskoca hocaların artık dilleri sürtçüğünden midir nedir bu katmana Pranamaya yerine Pranayama koşa dediklerini benim bizzat işitmişliğim var. Aman dikkat! Bu vesile ile İngilizce’de chakra olarak yazılan enerji disklerinin doğru telaffuzunun yine koca koca hocalar tarafından söylendiği gibi şakra değil, Sankrit tekerlek anlamına gelen çakra olduğunu da belirteyim ve rahatlayayım.)

Pranamaya koşa, Prana‘nın kozası. Bizim bu teknik yazı serisi işte sadece ve sadece bu katman ile ilgileniyor. Prana bu katmanda esiyor, idası, pingalası, şuşumnası ile nadiler bu katmanın iletişim ağı. Can (Prana/nefes) bedenden çıktığında, yani bu katman işlevini yitirdiğinde, hemen dışında bulunan annandamaya koşa, yani fiziksel beden teknik olarak ölü sayılıyor. (Şavasana‘nın adı da buradan geliyor ama aramızda yeni katılanları korkutmamak adına bu konuya burada girmeyeceğiz. Zaten biz Shadow Yoga’da ölmeye hazır hale gelene kadar şavasana da yapmıyoruz. Şavasana’dan korkanlar bize katılabilirler. )

Hatha Yoga’nın asana ve pranayama adımları da doğrudan bu katmanda çalışıyorlar. Amaç neydi? (dün söylemiştik hani?) Amaç Prana‘nın nadiler içindeki akışını (esişini) muntazam kılmak. Prana‘yı şimdi öyle tek yöne esen yekpare bir rüzgar gibi düşünmeyelim. Karadan denize, denizden karaya, dağdan vadiye, dereden tepeye, güneydoğudan kuzey batıya esen yüzlerce rüzgar çeşidi olduğu gibi nadilerden oluşan kanallardan esen de çeşit çeşit rüzgar var. Bu rüzgarlara Hatha Yoga‘da vayu adı veriliyor. Anlayacağınız bizim büyük harf ile yazılan Prana canımız kendi içinde vayulara ayrılıyor. Vayuları Prana’nın çocukları olarak düşünebiliriz.

Farklı Hatha Yoga metinleri pranamaya koşa içinde esen vayuların sayısı konusunda çekişedursun, biz Zhander hocamızın en temel bir kaç metinden toparladığı bilgi ve kendi tecrübesine dayanarak yazdığı Shadow Yoga- Chaya Yoga kitabını referans alarak 10 adet vayu bulunduğunu belirtelim. Bu 10 vayu‘nun serbest dolaşımı akılara ve bedenlere sağlık ve güç taşınmasını sağlıyor. Prana’nın on çocuğunun her birine burada tek tek girmeyeceğiz. Zaten google’a sorarsanız size derhal on yavruyu, ne işe yaradıklarını filan sayar, döker. Ben burada  bu vayulardan beş tanesinin Hatha Yoga literatüründe temel rüzgar, diğer beş tanesinin üvey -pardon- alt rüzgar (sub-wind anlamında) olarak geçtiğini bildirmekle yetineceğim.

Beş temel rüzgar, prana (küçük harf ile başlayan), apana, samana, udana ve vyana isimlerini alıyorlar. Teknik yazımızın çok farklı seviyede yoga severe hitap ettiğini varsaydığımdan  burada ilk üç vayudan öteye gitmeye niyetli değilim. Zaten benim öğrencim olursanız, ilk yıl sizi bu bilgilerle baymayacağımı, ancak ikinci sınıfa geçip de samakonasa’da sekiz nefes durur kıvama geldiğinizde bunca bilgiyi öğrenip, hazmetmenizi sizden bekler hale geleceğimi söyleyeyim de, telaşlanmayım. Hatha Yoga’nın anatomisini ilgilendiren bütün bu teknik bilgiler çok uzun bir zamanda ve ancak ve ancak Hatha Yoga uygulaması ile elele gittiği takdirde sindirilebilir. Yoga, bir kitaptan ya da bir blogdan okuyarak, gündelik akıllarımızla kavrayabileceğimiz bir bilgi değil. Hatha Yoga Pradipika’nın sonunda Svatmarama’nın söylediği gibi doğru uygulanıp kişi tarafından birebir tecrübe edilmediği takdirde (hakikâte dair) bütün bu malumat kuru gevezelikten öteye gitmeyecektir.

Pranavayu ve apanavayu Hatha Yoga anatomisinin ABCsi gibi birşeydir. Aldığımız nefes, verdiğimiz nefes, girdğimiz asana, çıktığımız şavasana, hepsi hepsi ya pranavayu‘yu etkier ya da apanavayu’yu. Meraklı bir yoga öğrencisi için bu ikiliden kaçış yoktur.

Benim bu akşamki blog mesaim yine sonuna varıyor.

Yarın bu iki zıt kardeşe yakından bakmak üzere sizleri yine buraya bekliyorum.

Rüzgarlarınıza iyi bakın.

Defne

  


Filed under: Anı, Turkish, Yoga Tagged: annandamaya koşa, apana, hatha yoga, koşalar, Prana, pranamaya koşa, Shadow Yoga, vayular, Yoga

Teknik bir Yoga Yazısı 4. ve son bölüm!

$
0
0
Samakonasana Foto: Rebekka Hass

Samakonasana
Foto: Rebekka Hass

Dün el alan başka bir yazı ile uğraştığım için buraya yazamadım. Affola. Bu haftasonu buraya bayağı bayağı kış geldi. Yün kazak, yün çorap, sıcak çorba havası dışarıda. Yağmur da başladı. Artık hazirana kadar durmaz. Yazık, çünkü bu hafta Zhander Hoca geliyor buraya. Kısa bir kurs yapacak. Ne vakit Portland’a gelse, yağmur yağıyor. Şehrimizi hep böyle karamsar bir yer zannediyor. Neyse ki kahvelerimizin üzerine kahve tanımadığını söyledi bir defa!

Şimdi kaldığımız yerden devam edebiliriz.

Prana ve apanadan bahsediyorduk. Can anlamına gelen ve büyük harfle başlayan iç nefes/rüzgar Prana’nın alt bölümlerinden ikisi. Apanavayu bütün aşağı giden ve bedenin eliminasyon sisteminden sorumlu enerji.  Mesturasyon, tuvalet ihtiyaçları, orgazm, hamile kalmak, çocuk doğurmak, terlemek ve nefes vermek hep apanavayunın sorumluluğunda. Ayuverdaya göre hastalıkların yüzden doksanı apana bozukluklarından kaynaklanıyor. Toksinlerinden temizlenmeyi beceremeyen bir beden kendini yenileyemiyor. Apanavayunun yuvası anüs ama kuvvetli olarak estiği bölgeler ense, sırt, bacaklar ve topukar.

Pranavayu ise (küçük harfle başlayan) apanın tam tersi olan enerji. Yukarı doğru çıkan pranavayunun yuvası kalp bölgesi. Nefes alışımız ve gıdaların parçalanıp kana karışması pranavayunun sorumluluğunda. Sıcak tabiatlı bir rüzgar. İç organların ve başın sağlığı da pranavayudan geçiyor.

Her iki vayunun akışı  yediklerimiz, düşünme sistemlerimiz ve hayat tarzımızdan etkileniyor. Hatha Yoga yaparken fiziksel bedenimiz ile yarattığımız şekiller, pranamaya koşa içinde boşluklar yaratarak iç rüzgarların bu boşluklara doğru esmesini ve onları doldurmasını sağlıyor.

Hatha Yoga çalışması sırasında nefes aldığımızda pranavayuyu yuvası olan kalp bölgesinden karnımıza (nabi çakraya) doğru indiriyoruz.  Sonra pranavayuyu nabi çakrada tuttmayı bir yandan sürdürüken, diğer yandan verdiğimiz nefes ile apanavayuyu da yuvası olan anüs-perinyum bölgesinden yine karına, nabi çakraya doğru yükseltiyoruz.   Nefes verişin sonunda bir durduğumuzda da bu iki güç karın merkezinde buluşmuş oluyorlar. Bandalar işte, kaslar kasıp kasıp bırakarak değil bu iki vayunun birleşmesini hissederken kendiliğinden gelişmeye başlıyorlar.  (Bu anlattaığım zihin için çok karmaşık bir sistem olduğu için düşüne düşüne anlamamız pek mümkün değil.)

Bu anlattığım mekanizma (pranavayu ile apanavayunun nabi çakrada buluşması) Hatha Yoga sırasında yaptığımız HER bir hareket sırasında uygulanıyor. Demin sevdiğim blogların bir tanesinde,  ”İleri seviye yoga neye benzer?” başlıklı bir yazı gördüm. Henüz okumadım ama benim size diyeceğim, ileri seviye yoga işte böyle bir şey. Girdiğimiz şekillerin zorluğu, karmaşıklığı ya da estetiği ile alâkası yok. Vayuların gücünü hissedip, kas ve beyin gücü yerine vayuların gücü ile hareket eder hale gelmek.

Nefes sırasında pranavayu ve apanavayu nabi çakra’da  buluşması bir diğer iç rüzgar -vayu- olan Samanavayu’yu uyandırıyor. Samana eşit anlamına geliyor. Samanavayu iki yana doğru açılan, genişleyen bir rüzgar. Nefesin eşitlenmesini sağlıyor. Samanavayu uyandığından nefes genişleyip bütün beden eşit bir şekilde yayılıyor.

Hatha Yoga’da ciğerlere çektiğimiz ve ciğerlerden bıraktığımız havaya dış nefes, dış nefesin sayesinde bedenin içinde dolaşan  elektriğe (vayulara) iç nefes adı veriliyor. Dış nefesin çooook yavaşlayıp, neredeyse yok olduğu zamanlarda (iyi bir yoga çalışmasının sonuda otururken ya da yatarken) iç nefes vayuların nadiler içindeki hareketini izlemek kolaylaşıyor. Yani diyeceğim, dış nefesin yavaşlaması dikkatin artmasını sağlıyor. Nefesin sıklaştığı heyecan durumlarında (gündelik hayat içinde) dikkatin azalması durumunu çoğunuz biliyorsunuzdur. Tamam işte bu anlattığımda tam tersi. Yani iç-dış nefes ve dikkat arasında sıkı bir bağ var. Hemen hemen bütün yoga dersi/kursu reklamlarında duyduğunuz/okuduğunuz o basmakalıp cümle, ” yoga farkındalığı arttırır” olayı da bu bahsettiğim simyadan kaynaklanıyor.

Yogaya ilk başladığımızda bu bahsettiğim şeyleri hissetmek kolay değil. Gerek de yok. Nefesi tabii halinde tutup Hatha Yoganın şekilleri ile haşır neşir hale gelmek, bana sorarsanız ilk yıl (belki yıllar) için yeterli.  Başlangıçtaki bu süre içinde kendinizi motor gücü ile giden bir  tekne olarak düşünebilirsiniz. Motor burada beyin ve kas gücünü temsil ediyor.Düşünmeniz, anlamanız ve kaslarınızdan güç almanız gerek. Aynı şekilleri çalışıp, onlarla iyice haşır neşir olduğumuz bir sürenin sonunda, zaten nefes kendi yolunu bulmaya başlıyor. O zaman işte yelkeni açıyoruz. Motor susuyor. Kasların kaldırdığı kolları iç nefes -Prana- kaldırmaya başlıyor. Bandalar apanavayu ile pranavayunun buluşmasına yer açmak ve hatta onların buluşmasını kutlamak için vücuda gelmeye başlıyorlar.

Dış nefes yavaşlar ve iç nefes samanavayunun yayılmacı etkisiyle bedenin dört bir yanına eşit bir şekilde dağılırken, dikkat yani zihin de samanavayu ile birlikte hareket ederek bütün bedeni hissetmeye başlıyor.  Böylece dışarıdan bir nesne ya da hayali bir görsel değil de bedenin kendisi meditasyonumuzun odak noktası haline geliyor. Dikkatinizi bedenin iç ve dış mekanizmalarına çevirirseniz, çok kısa zamanda katı sandığınız etin kemiğin dalga dalga titreşimden yapılmış olduğunu fark edebilirsiniz. Biraz daha derinleşen bir uygulamada sadece bedenin değil, zihnin de aynı dalga dalga yapısını hissetmek mümkün olur.

Beden ve zihnin gerçek doğasının (titreşim) keşfi, yıllardır toz içinde duran aynayı temizleyip de ilk defa kendi yüzümüzü görmeye benziyor.

Ve işte yoga tam bu noktada başlıyor!

 

 

 


Filed under: Arkası Yarın, Turkish, Yoga Tagged: apanavayu, pranavayu, Yoga

Yaratıcı Güç

$
0
0

Şiva by BegümBütün bu teknik yazıların ertesinde şunu da söylemek isterim: Yoga teknik bir şey değil. Teknik seride sözünü ettiğim bilgiler, zaten yoga yapan insanlara etkinlik sırasında içeride neler olup bittiğini bildirmek amacını taşıyordu. Yoga, Yaratıcı Güç ile buluşmamızı sağlayan bir araç sadece.

Bu yeni yazıyı yoga yapmayan, yoga sırasındaki akışı, sonrasındaki dinginliği, günlük hayatta keskinleşen dikkati bilmeyen okurlarıma hitaben  yazmak istiyorum. Ve bu konuda söylemek istediğim ilk şey, bahsettiğim bu durumları (akış, dinginlik, keskin dikkat) yaşamak için yoga yapmanıza gerek olmadığı!

Evet doğru okudunuz. Bu harikaları deneyimlemek için yoga ya da benzeri mistik çalışmalara girmeniz şart değil. Bir stüdyoya gitmeden, hoca edinmeden ve masanızdan kalkmadan da “yoga”nın bedende, zihinde ve insanın ruhunda uyandırdığı dinginliğe ve tatmine ulaşabilirsiniz.

Yoganın anlamından başlayalım. Yoga, Sanskrit dilinde bütünleşmek, buluşmak, birleşmek anlamına geliyor. Gerçekten de yoganın içimizde uyandırdığı his bir bütünlük, bir buluşma hissi. Dünyanın bütün mistik akımları insanın başlıca ıstırabının kendini “ayrı” hissetmek olduğunu söylerler. Diğer insanlardan, evrenden, tanrıdan kopuk bir varlık olduğunu sanmak mutsuzluğun kökeninde yaşar. Sadece bu da değil. Kopukluk ilüzyonu olmak istediğimiz şey ile varolan arasına da yansıyor. İnsanın başlıca mutsuzluğunun başını da bu çekiyor. Kendimizi bir şeylerden kopuk zannediyor ve o şeyi arzu ediyoruz. Hayatlarımızı o şeyi ele geçirmek üzere düzenliyor, o şey için kendimize kısıtlamalar ya da hedefler koyuyoruz. Hayalini kurduğumuz şeyden uzak olduğumuz olgusunun gerçek değil, ilüzyon olduğunu anladığımızda mutluluğa doğru bir adım atmış oluyoruz.

Hayalini kurduğumuz ve hayatımızı onu elde etmek için düzenlediğimiz şey veya şeyler gerçekleştiğinde ne oluyor? Bir his yaratıyorlar içimizde. Hayatımızı etrafında düzenlediğimiz şey ister para kazanmak, ister çocuk yapmak, aşkı bulmak veya ün salmak ve ister insanlığa faydası dokunacak bir şeyler yapmak olsun, nihayetinde daima bir tek şey oluyor. Bir şey hissediyoruz.  Bir tecrübeye ulaşıyoruz. Bu tecrübenin bize tatmin sağlayacağını umuyoruz. Kimi zaman da uğruna hayatlarımızı kısıtladığımız, ve hatta uğruna başka hayallerden vazgeçtiğimiz o şey aslında tatmin duygusu.

En büyük hayalimiz tatmin olmak. Hayatı belli bir doygunluğa ermiş olarak yaşamak. Bunun hayalini kuruyoruz çünkü açız. Neden açız? Çünkü ruhumuzu doyuracak bir uğraşımız yok. O açlığı yemekle, aşkla, dram ile, dizi ile, para veya başarı ile doldurmaya çalışıyoruz. Ama içimizdeki boşluk bir türlü dolmuyor.

Hatha Yoga, özüne sadık kalarak uygulandığında, bu boşluğu doldurabilecek bir etkinlik. Bunun sebebi de Allah’a inansak da, inanmasak da düzgün bir yoga seansının sonunda bilincimizin bir yerlerinde Allah’a kavuştuğumuzu hissetmemiz. Yoga sırasında, sonunda bir anlığına bilincimize açılan bir pencereden kainatın mükemmel işleyişini görebiliyor ve dahası o mükemmel işleyişin vazgeçilmez bir parçası olduğumuzu bir anlığına anlıyoruz. Kainattan kopuk olmadığımızı, aksine mozaiğin önemli bir taşı bildiğimiz o kısacık an bize gün boyu yetecek bir tatmin duygusu sağlayabiliyor. İçimizdeki boşluğun yoga ile doldurulduğu bir sabahın devamında insanın tüketmeye, yükselmeye, yetişmeye, yarışmaya ve hatta değişmeye karşı iştahı bilenmiş oluyor.  Varolan ile mutluluğu hissetmek kolaylaşıyor.

Başta söylediğim gibi bu tatmini sağlamanın tek yolu yoga değil. Kainatın bütününden kopuk olduğumuz ilüzyonunu sadece yoga değil, yaratıcılığımızı kullandığımız bütün etkinlikler sağlıyor. Yazmak, çizmek, bestelemek, çocuklarımızla oynamak, şifa vermek, konferans vermek, bir dans yaratmak, müzik dinlemek, ders vermek…Bu etkinliklerden hangisi ise size uyan, onu yoga yapıyorcasına uyguladığınızda aynı yere varabilirsiniz. Yoga yapıyorcasına derken ne demek mi istiyorum? Para kazanmayı ve insanları etkilemeyi düşünmeden. Sadece kendiniz için. Bir şey keşfetmek, üretmek, dönüştürmek için bile değil…Sadece o anı başkası için de değil, kendiniz için HİSSETMEK için yaptığınızda, işte o zaman yoga kafası geliyor. Hakikati  gölgeleyen kopukluk ilüzyonu (Shadow Yoga’nın adına ilham olan gölge) bilincin göklerinden çekiliyor, Hakikat (hayat şimdi, şu anda burada ve başka hayat yok) bütün netliği ve temizliği ile karşımıza çıkıyor.

İçimizdeki boşluğu dolduracak tek şey yaratıcı gücümüzün akışını sağlamak. Yaratıcı güç, teknik yazılarda bahsettiğim Prana gibi bir şey. Gözlerimize nur, tenimize ışık veren, günlük kaygılarımıza dışarıdan  bakmamızı sağlayan bir güç. Tıpkı Prana gibi Yaratıcı Güç’ün de her gün düzenli olarak uyandırılması, masaj ile harekete geçirilmesi gerek. Tıpkı yogada olduğu gibi yargılamadan, değerlendirmeden sadece gözlemleyerek ve her şeyden önemlisi keyfine vararak yapılması gereken bir etkinlik. Mutluluk o kadar yakınımızda aslında. Parmaklarımızın ucunda belki. Yerimizden bile kalkmadan hep hayalini kurduğumuz o his, o tatmin, o bütünlük haline erişebiliriz. Sağlığım yerinde olsa, bir çocuğum, şu kadar param, bu kadar yatırırım olsa diye diye hayatı tüketerek değil, her gün Yaratıcı Güç’e akacağı bir kanal açarak geliyor mutluluk.

Bitirirken son bir şey daha söylemek istiyorum. Dünya yüzünde çok çok çok az sayıda insan Yaratcı Güç’ünden ekmeğini kazanıyor. Onlar da bizlere parmak ısırtan sanatçılar, yazarlar…Olmaz mı? Olur. Çok çalışarak elbette olur. Ama olmayabilir de. Yani diyeceğim şu: “Yaratıcı Güç’ümden ekmeğimi kazanacağım gün gelene kadar bu sevmediğim ve bütün vaktimi, enerjimi, gençliğimi alan işi yapacağım ondan sonra Yaratıcı Güç’ümü akıtacak çok fırsatlarım olacak” demeyin. Olabilir. Ama olmayabilir de. Onun yerine tüketimi azaltın, belki daha az para kazandığınız ama size zaman ve enerji veren başka bir işe geçin. Ekmek parası bir yerlerden çıkar. Yeter ki içimizdeki boşluğu tüketim ile doldurmaya çalışıp durmayalım. Ekmek parasını çıkardığımız işin adı, sanı, şirketi de önemli değil. Önemli olan Yaratıcı Güç ile buluşmanıza olanak sağlaması. Ekmek parası adı üzerinde, karnımızı doyuracak, tepemizde bir barınak sağlayacak, sağlıklı bir hayatı sürdürmemiz için gerekli koşullar ı yaratacak bir kaynak. Kimliğimiz, ismimiz, cismimiz ve şu dünyadaki değerimiz ekmeğimizi nereden kazandığımız ile belirlenmiyor. Ve hayatımızı ona adadığımız anda, Yaratıcı Güç’ün alanından çalmış oluyoruz.

Bence biz insanların kainata katkımız yaşamı bütün güzelliği, acıları, savaşları ve mucizeleri ile  ifade ettiğimiz eserler yaratmak….Sonraki kuşaklar için değil sadece, aleme Yaratıcı Güç’ü yaymak için. Kendimiz için. Mutluluğumuz için. Her bir bireyin kendi mutluluğu bütün insanlığın mutluluğuna katkıda bulunuyor çünkü….

IMG_1877


Filed under: Turkish, Yoga Tagged: yaratıcılık, yazı, Yoga

Kainat Dostcanlısı bir Yer midir?

$
0
0

IMG_9582İki gün önce hayatım yeni bir anlayışla aydınlandı. Bu insanlık için küçük, benim için büyük adımı dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.

Ama önce kısa bir özgeçmiş geçeyim size. Ben elime Osho’nun Tarot kartlarını ilk defa aldığım 2002 yazından beridir ben sandığım ben’in aslında ben olmadığını biliyor ve esas ben’i keşfetmek amacı, hevesi, umudu ile dünyanın dört bir ucundan ruhumun en derin kuyularına inmek üzere faaliyet gösteriyorum.  Yıl 2013. Ben 2002 yılındaki ben ile tıpatıp aynı kişi değilim artık ama hâlâ çokça oyum. İnsanın onbir yıl içinde hayatını, neşesini, potansiyelini kısıtlayan alışkanlıklarından, düşünce, davranış kalıplarından tamamen arınması mümkün değil. Benim gibi çok hevesli, mümkünse adını, soyadını, bedenini ve sahibi olduğu şahsi bütün eşya ile ilişkilerini tek hamlede  dönüşüme kurban edebilecek bir insan için bile kolay değil. Kaldı ki çoğumuz mutlu olmak istiyor ama bunun ancak karşılığında bir şey vererek olabileceğini kabul edemiyoruz. Neyse, ben şimdi konuyu Kurban Bayramına bağlamanın bir yolunu buldum diye biraz heyecanlandım ama dağılmayalım.

Özgeçmiş kısaca böyle. Bekar gezilen ilk yıllar çok değiştim diye caka satarak, ciddi bir ilişkinin sularına adım atılan ortadaki yıllar “ulan hiç mi değişmemişim yahu” diye ağlayarak ve son yıllar henüz tam olarak tahlil edemediğim ama bir yumuşama, dengeyi bulma, kuralları yıkma, kendini ötekinin aynasında görebilme yetilerinin gelişmesi gibi hallerde geçti, geçiyor. Belki iki gün önce attığım insanlık için küçük, benim için ise büyük olan o adım, bu on bir yıllık kendini arayış döneminin son demlerine değil de ortalara bir yerlere denk gelseydi üzerinden atlar geçerdim. Bu sefer belli ki tam yerine denk gelmiş. Kendimi yepyeni bir insan gibi hissediyorum.

Ne oldu? Bir şey duydum. İlk defa duyduğum bir şey de değildi ya, işte jetonun şimdi düşeceği varmış.

Duyduğum şey şu:

Bir gazeteci Einstein’a soruyor. Diyor ki “Sayın Einstein, sizce hayatta sorulacak en önemli soru nedir?” Einstein da gazeteciye cevaben diyor ki: “Kainat dostcanlısı bir yer midir, yoksa değil midir? İşte bütün mesele burada”

İşte bütün mesele burada… Dedim ya ben bunu daha önce defalarca duymuştum. Bizim Clearmind Enstitüsü’nde aldığımız her derste bunu Einstein anektodu anlatılır. Ben iki gün öncesine kadar bu sözü, evrenin dostcanlısı bir yer olduğuna inanırsak işimiz rast gider minvalinde algılayıp pek yüz vermiyordum. Secret filminden sonra başımıza sarılan çekim yasası, etkili olumlama (bu olumlama lâfı beni kahrediyor ayrıca, etkili ile yanyana gelince tebeşir kara tahtada ciklemiş gibi içim çekiliyor) gibi için için değil, ayan beyan ortalıkta dalga geçtiğim New Age olaylara bağlıyordum. New Age’ciler de Einstein’ı kendilerine bağlamak istiyorlar ama adamın demek istediğinin bu olumlamalarla filan ilgisi yok bence. Biraz anlasam rölativite, kaos teorisi filan şimdi size üstadın  ne demek istemiş olacağı hakkında belki iki satır yazardım. Ama doğrusunu isterseniz ben Einstein’ın bu sözü ile ne demek istediğini bilmiyorum. Einstein ile matematiksel boyutta  bağlantı kurmamış kimsenin de anlayacağını zannetmiyorum. Yani bu bize çok basit görünen söze o öyle uzak ve derin bir yerden varmış ki, anladık diye ortalıkta dolanmak olmaz. Ayıp yani.

Ben Einstein’ı anlamadım ama bu sözü düşünürken birden kendimi anladım. Kainat diyelim ki dostcanlısı bir yer. Bütün felaketleri, kıyımları, savaşları, kötülüğü unuttuk. Odağı, dünyanın bir ucunda patlak vermekte olan çok fena şeylere çevirmeye çalışarak evrenin dostcanlı tabiatını sabote etmeye çalışan zihnimizin o vıdı vıdıcı kanalını da kıstık. Kendi mikro evrenimize bakıyoruz.  Hemen şu anda içinde bulunduğumuz mekana bakıyoruz. Ne görüyoruz? Ben kalabalık bir kafedeyim. Dolayısıyla bir dolu insan görüyorum. Karşımda açık kitabının ortasına iphone’unu koymuş mesaj yazan bir sarışın kız var, yanımda kısa kıvırcık saçlı, gözlüklü çikolata renkli bir kadın, yandaki yuvarlak masada hepsi gözlüklü, hepsi erkek ve tahminin hepsi tıp öğrencisi bir grup önlerindeki Meydan Larus misali kitaplarına eğilmişler. Kahve hınca hınç dolu. Herkes ya kitabına, ya bilgisayarına, ya telefonuna ya da sohbete gömülmüş. Bir daha bakıyorum.

Bakıyorum ve ne görüyorum?

Tanımadığım bu insan kalabalığına bakarken dostcanlısı bir ortam mı görüyorum sizce? Kalabalığa bakarken onları seviyor muyum? Onların beni sevdiğini düşünüyor muyum?

Tabi ki hayır.

On bir yıllık kendimi keşif sürecim boyunca ara ara sisler içinden şöyle bir sivrilip çıkan, sonra hemen kendini kaybettiren bir gerçek var: Ben tanımadığım insanları sevmiyorum. Çoğunlukla ben tanımadığım insanlara sinir olmakla işe başlıyorum. Ruhuma dehşet titreşimleri yayan bir keşif bu. Çocukluğumdan beri böyleyim. Ama artık çocuk değilim. O çocuğun yaralarını sarmaya söz vermiş bir yetişkinim. Onu kötü, bencil, şımarık, yabani, acayip, sevimsiz gibi sıfatlarla yargılamak yerine neden tanımadığı insanlara karşı böyle bir tepki duyduğunu araştırıyorum. Çocuğun tanımadığı insanlardan korktuğu ortaya çıkıyor. Bir şey daha: Çocuk tanımadığı insanların kendisini sevmediğine inanıyor. Neden, nerede, kimin hangi davranışı sonucunda bu çocuk bu karara varmış, bunu bilmek mümkün değil. Sevgiyle büyütülmüş, eller üzerinde tutulmuş, üzerine titrenmiş bir çocuk çünkü. Kimsenin hatası değil. Olsa olsa bir yanlış anlama. Ama işte çocuklar yanlış anladıklarını bilmiyorlar. Kendileri hakkında binbir kuşku üretiyorlar onun yerine. Siz bir an bunalıp ofluyorsunuz, “ay valla bıktım” diyorsunuz, o “ben sevilesi bir çocuk değilim” anlıyor. Yanlış anladığı ile kalmıyor, kendisine dair geliştirdiği  bu kuşkuyu alıyor, bilincin en derinlerinde bir yere mutlak doğru olarak gömüyor, sonra da unutuyor.

Böyle böyle çoğu insan yetişkin hayatlarındaki mutsuzlukların, ilişkilerindeki tatminsizliklerin, kavga gürültünün çocukken bilinçlerinin derinlerine gömdükleri kuşkuların etkisi ile yaşadıklarını bilmeden hayatlarının sonuna gelip ölüyorlar. Şanslı azınlık bu kuşkuları gömüldükleri yerden çıkarıp, mutlak doğru anlayışlarını düzeltmeyi başarıyorlar.

Tanımadığım insanları sevmiyorum. Çoğunluk onlara sinir oluyorum. Bu durumlar benim sevilesi bir insan olduğuma dair duyduğum kuşkunun meyveleri. Böyle düşünüyorum çünkü aslında onların beni sevmediklerine inanıyorum. Benimki bir gard. İnsanların sizi sevmediğini, beğenmediğini, takdir etmediğini düşündüğünüzde doğal olarak özgüven kaybı yaşıyorsunuz. Ama sadece bu değil. İnsanlara daha çabuk kızıyorsunuz. Hatta zaten kızgın olarak başlıyorsunuz ilişkiye. Birisi otobüste kazara ayağınıza bastı diyelim. Gülümseyip de önemli değil diyemiyorsunuz. Adam (kadın) sizi sevmiyor çünkü. Siz ona baştan kızgınsınız. Ayağınıza değil bam telinize basmış oluyor. Sosyal sigorta dairesinde işiniz düştü bir memura. İşi ağırdan alıyor. Sizi sevmiyor da ondan. Muhtemelen o da sizinkine benzer kuşkular yüzünden tanımadığı insanları sevmiyor. Böylece karşılıklı kuşkuları tokuşturarak sevgisizliği, öfkeyi, tahammülsüzlüğü yeniden, yeniden, yeni yeni yeniden üretiyoruz.

Şimdi Einstein’ın hayatıma sağladığı ışığın altında etrafımdaki insanlara bir kez daha bakıyorum. Kainat dostcanlısı bir yer. Bu insanların hepsi benim dostum. Tekrarlıyorum. Bu insanların hepsi benim dostum. Ben de onların dostuyum. Bu insanlar beni sevmiyor değiller. Tanımıyorlar. Tanıyınca sevecekler. Şimdi de bana karşı bir olumsuz tavırları yok.

Oh! Kainat dost canlısı bir yer mi bilmiyorum ama dostlarla dolu bir yer.

İşte bu yeni aydınlanmış benliğimle iki gün önce çıktım yola…Zhander Hoca ile çalışmaya Berkeley, Kaliforniya’ya. Bizim yoga eğitimlerimiz yılda iki defa tekrarlanıyor. Benim için yılın en önemi iki olayından biri bu. Heyecandan içim pır pır. Çantam hazır. Bey ile vedalaştık. Sokağa çıktım. Beni havaalanına götürecek arkadaş ortalıkta yok. Olsun, kainat dostcanlısı bir yer. 15 dakika geçti hâlâ yok.  Arıyorum, telefonu açan yok. Mesajlar okunmadan duruyorlar. Taksi çağırsam, İstanbul değil ki burası, Portland. Bazen 45 dakika sürüyor taksinin gelmesi. Otobüse binsem yetişir miyim belli değil. Otobüs otobüs değil kağnı arabası çünkü. Her adımda durup indi bindi yapacak. Arkadaş uyuyakalmış. Neyse yine de yetişiyoruz. Yetişiyoruz çünkü uçak rötar yapmış. Arkadaşa kızmıyorum. Uçağın rötarı iki saate uzayınca da kızmıyorum. Nihayet binecekken çantamı kabin içi için fazla büyük bulup, el koyan çocuğa da kızmıyorum. Arkadaşım o. “Dur kitabımı alayım da öyle el koyarsın” diyorum. Gizli bir tarikata yeni katılmış bir çömez gibi kuralları abartma eğilimindeyim ama aldırmıyorum. Asık suratlı hostese kıza tatlı tatlı gülümsüyorum. Sen de sevilesi insansın hostes kızım. Tebessümüm ile sonunda kuşkusunu darmağın ediyorum. Sonunda o da gülümsüyor.

İniyoruz. Benim çanta yok. Nerede diye soruyorum, kayıp bagaj masasında duran Vietnamlı Hanım Teyze dostuma. “Valla şekerim diyor, sen bunu uçağın kapısında vermişsin (ben vermedim, onlar el koydular demiyorum) ama sonra uçağın çıkışında almamışsın.” “Aaa diyorum, uçağın kapısında mı alacaktım? Ben banda gelecek sanıyordum.” (El koyarlarken hiç bana öyle bir şey söylemediler ama, diyor muyum? Demiyorum. Lazım olursa derim, şimdilik dostça sohbet ediyoruz.) Vietnamlı Hanım Teyze arkadaşım uzun mor tırnaklarını klavyede tıklatırken ben tebessümü elden bırakmıyorum. Arkadaşım o benim. Uğraşır, didinir, şıp diye bulur bavulumu. Ve nihayet buluyor da. “Eugene’e gitmiş senin çanta” diyor. Nereye? Eugene, Oregon eyaletinde bir şehir. Ben San Francisco Havaalanındayım. Üzerimde bir elbise, omuzunda cüzdanımı, (şarjsız) telefonumu, bir de kindle’ımı taşıyan bir çanta. Üç saat sonra Zhander Hoca’nın huzuruna çıkacağım, ayağımda siyah naylon çorap (eski tabiri ile Mus çorap). Berkeley toplu taşıma araçları ile bulunduğum yere bir saat uzaklıkta. Hanım Teyze, madem arkadaşım rica minnet de işler aramızda. Durumumu anlatıyorum. Ağlamadan, kendimi acındırmadan, bir gündem gütmeden.

“Tamam diyor, ben elimden geleni yapacağım. En geç yarın gelir senin çanta!”

Geliyor da. Ertesi gün, hala aynı kıyafet üzerimde kayıp bagaj masasına yaklaşınca benim Vietnamlı Hanım Teyze değil ama onun bir alt modeli (o da dostum tabii) beni sevinçle karşılıyor. “Bak çantan geldi, taa Berkeley’lerden geliyorsun diye bulması kolay bir yere ayırdık” diyor.

Gayet dostcanlısı. Sarılaşacağız neredeyse. Ben normalde sıralayacağım bavulumu kaybettiler, beni onca yoldan bir daha havaalanına getirttiler, git gel derken BART’a (San Francisco metro sistemi) 19 dolar ödedim, Zhander Hoca’nın karşısına mus çorapla çıktım gibi şikayetlerimi hatırlamıyorum bile o anda. Şikayet etsem ne kadar ağırlaşacağımı, oysa bu dostcanlısı tavrımla ne kadar hafif ve neşeli olduğumu farkediyorum sadece.

Ben dostça yaklaşınca kainat da sahiden dostcanlısı bir yere dönüşüyor!

Einstein (ki o da balık burcudur)  dostcanlısı kainatın insanlık için uzak, benim için yakın bir ucundan bana göz kırpıyor!

(Bu arada Kurban Bayramınız kutlu olsun! Yazının başında tam girecektim, son dakikada döndüm ya, (iyi ki dönmüşüm, bakın ne uzun yolumuz varmış önümüzde! Buralarda kadar benimle indiniz, hala okuyorsanız yani ) bu bayram mutluluk, dönüşüm, aidiyet, tatmin için ardınızda bırakacağınız (dönüşüme kurban edebileceğiniz) şeyleri düşünebilirsiniz. Koyuna, kuzuya insan çok üzülüyor tabii ama yediğimiz etin kurbanlık koyunlardan çok çok çok daha beter koşullarda hayatlarını geçiren hayvanlardan geldiğini de unutmayalım. Onlara da üzülelim yani. Belki daha çok üzülelim.)

Bakın tam kaskı, çantayı takmış bu kahvehaneden çıkıyordum, geri döndüm şuncağızı da yazmak için:   Gözünüzü seveyim bu yazının altına hayvancıklar hakkında yorumlar yazarak birbirinize girmeyin. Arkadaşız hepimiz bir kere. Üstelik 1500 kelimelik  çiçek gibi yazı yazdım yukarıya, ziyan olmasın yani.


Filed under: Anı, Sosyoloji, Turkish, Uncategorized, Yoga

Çember

$
0
0

390179_378938868879718_2044961167_n-2Günaydın sevgili okur,

Benim roman tıkandı. Nasıl oldu bilmiyorum. Takır tukur yazıyordum. Geçenlerde anlatmıştım hani. Her sabah iki saat ve her öğleden sonra iki saat olmak üzere günde toplam dört saat ellerimi klavyeden çekmeden yazıyordum, sonra birden durdu. Bunu planlamadığıma inanmayacaksınız biliyorum ama tam 100.000. kelimeyi yazıp da paydos ettiğim akşam tıkandı. Ertesi sabah için heyecanlıydım oysa ki… Son bölüme geçişi ihtişamlı bir yılbaşı balosu ile yapacaktım. Baloya gidecek kişi sanki benmişim gibi hazırlanıyordum. Ama sabah vardiyasında parmaklarımı tuşların üzerine yerleştirdim, bekledim. Tık yok. Bütün girişler kapalı. Arka kapıyı ittim, yok o da yerinden oynamıyor. Yan kapıları yokladım. Pencereleri, bir yerden girmeliyim. Aylardır bu dünyada yaşıyorum. Kaç kişi ile tanıştık, samimiyet kurduk. Nerede bütün bu insanlar şimdi? Yok. Yoklar.

Başarısızlık hissi geldi karnımın ortasına bir tencere pilav yemişim gibi oturdu.

Bu dediğim iki gün önceydi. O zamandan beri bir değişiklik yok. Bütün roman bayramlardaki İstanbul hissini veriyor. Herkes gitmiş, parti bitmiş. Biraz küskünüm. Sanki bir grup insan beni bir süreliğine hayatlarına davet ettiler ve bir gece ortaklaşa verdikleri karar neticesinde bana açtıkları kapıları kapattılar. Kendimi bir hayli de suçlu da hissediyorum. Bir kusur mu işledim? Çok mu burnumu soktum sizin işlerinize? Yoksa şahsiyetlerinize yeterince ilgi göstermeden bir sonraki, bir sonraki olay diye diye sizi kızdırdım mı?

Bilmiyorum. Benimle konuşmuyorlar. Ben o yılbaşı balosunun kapısından geri çevrilmişim gibi bir moral bozukluğu içinde internetin beni oradan oraya savurmasına izin veriyorum. Bütün bağımlılılar gibi orada ne aradığım zevki de buluyorum ne  de ondan vazgeçebiliyorum. Sanki bir sonraki sayfa ya da site karnımdaki o bir tencere pilavı eritecek. Beni balolarından içeri almayan karakterlerin ve bir sabah ansızın beni terk edip giden yazı cininin nefsime indirdikleri  darbenin sızısı geçecek. Sadece o siteyi bulmam gerek. Ya da o Facebook post’unu, ya da o blogu… ya da beni uyuşturacak neyse artık aradığım o internet harikasını…

Ama öte yandan biliyorum ki bu da işte o müdahale etmememiz gereken durumlardan biri. Nereden bildiğimi bilmiyorum ama biliyorum.

Patanjali’nin Yoga Sutra’larında abhyasa ve vayragram diye iki kavramdan söz edilir. Ben derslerimde bu iki kavrama sık sık başvururum çünkü hayatın ve yoganın çok farklı alanlarına uygulanabilirler. Abhyasa- çaba anlamına geliyor. Çaba sarf etmek, etkinlik halinde olmak, yapma etme hali. Vayragram ise bırakmak, teslim olmak, içe dönmek ve izlemek etkinliklerini içeren bir insanlık hali. Bir yoga seansını abhyasa ve vayragram olarak ikiye ayırabiliriz. Ayakta yaptığımız hareketler ve nefes sayesinde uyanan iç enerjinin nadi adı verilen kanallara yönlendirilmesi.  Bu bir yoga seansının abhyasa yarısı. İkinci yarısı ise yere oturduktan sonra çabayı bırakarak gözleme geçtiğimiz zamanlar. Vayragram yarısı. Ya da bu ikili hali hareket anına da yayabiliriz. Ya da mikro düzlemde olur ama olur. Şöyle ki nefes alışlarımız bir çaba, bir yere varma amacını güdüyorsa, nefes verişlerimiz de o vardığımız yere yerleşme, orayı benimseme ve teslim haline taşır bizi. Nefes alışımızla canlanan prana enerjisi abhyasa’nın, nefes verişimizle canlanan apana da vaygram’ın yoganın enerji anatomisi düzeyindeki yansımaları olarak düşünülebilir.

Abhyasa-vayragram ikilisi hayatımıza uyarladığımızda koyduğumuz bir hedefe doğru attığımız kararlı adımlar, benimki gibi vardiya usulü çalışmalar, kendimizi motive etmek için baş vurduğumuz bütün trikler abhyasa halleri. Ne var ki çemberin tamamlanması için abhyasa’nın vayragram ile, vayragramın da abhyasa ile beslenmesi gerekiyor. Sürekli yapma, etme, ileri marş koşma hali ile yol alınca bir yerde benzin bitiyor. İyi ki de bitiyor. Yoksa benim gibi abhyasacılar asla çemberi tamamlayamazlar.

Vayragram, yani o pasif teslimiyet hali benim için tanıdık bir yer değil. Ben hep çok çalıştım. Çocukluğumdan beri saatlerimi oyun, kitap, ödev, telefonda konuşma, televizyon olarak düzenli vardiyalara bölüp yaşadım. En sevdiğim çalgı çalar saat oldu. Bir vardiya bitti, hadi ötekine… Oyunlarımı bile saatle oynadım. Malum sonu belli bir zaman dilimi uçsuz bucaksız zamandan daha kıymetlidir ya… O mantıkla.

İnsan kırk yaşına da seksen yaşına da gelse hep tanıdık olduğu hallere çekiliyor. Hayatta kaçırdığı bütün duyguların, hislerin, hallerin bilmediği alemlerde gizlendiğini bile bile yine gidiyor en tanıdık yere bırakıyor kendini. Çünkü aşina olmadığımız haller ilk evvela huzursuzluk ile birlikte geliyorlar. Bu huzursuzluk hali ilginç bir konu. Başka bir yazıda muhakkak ele almak istiyorum. İlginç çünkü dertlerimizin çoğunun kökü, kaynağı gidiyor kendi huzursuzluğumuza dayanıyor. Başkasının açtığına süper emin olduğumuz yaraları bile mikroskop altına aldığımızda altında kendi huzursuzluğumuz, derinlerde kaynayıp duran endişemiz çıkıyor.

İşte aşina olmadığımız hallere düştüğümüzde ilk fışkıran duygu da huzursuzluk. Üzerini başarısızlık, umutsuzluk, yenilgi sosları ile kaplayıp da servis edebilirsiniz. Ne var yani kendini başarısız hissediyorsan, diye sorabilirsin? Cevabı yine aynı. Başarısızlık beni endişelendiriyor. Neden? Kendimi şey hissediyorum o zaman. Ney? Şey, böyle ne bileyim biraz eksik, biraz ezik. Eksiksem sanki sevilmeyeceğim. Bütün huzursuzlukların dibinde de yeterince sevilmeme korkusu…

Oysa bana şimdi bir öğrencim gelse ve dese ki, “hocam romanımı yazamıyorum. Bu yüzden beni insanların beni sevmeyeceklerini düşünüyorum”, ona bu mantık zincirindeki karışmış devreleri göstermek için elimden geleni yaparım. Ama kendimize karşı o kadar şefkat gösteremiyoruz nedense.

İş kendimize gelince vurun kahpeye…

Şimdi ben bu bilinmez diyar vayragram’a giriyorum. Belki o baloya gitmemem gerekiyordu. Benim karakterler bana kapıyı yeniden açtıklarında tarihin hangi noktasında olacaklar onu bile bilmiyorlar ama ipin ucunu bıraktım. Kontrolü bırakmak da bir diğer bilinmeyen diyar olduğundan da bu da bir hayli endişe uyandırıyor içimde. Ama endişenin yanında bir de hediyesi geldi. Ben ipin ucunu bırakınca birileri tuttu. Ben de kendimi sırt üstü vayragram’a bıraktım…

Bu hafta böyle geçsin. Gelişmeleri haftaya bildiririm.

 


Filed under: Turkish, Yoga Tagged: roman, yazı, Yoga

Yog Halleri

$
0
0

Yog

Size bir sır vereceğim: Yoga yapmak için yoga yapmanıza gerek yok!

Ne?

Evet evet. Doğru okudunuz.

On bir yıl boyunca her sabah  uyanır uyanmaz ilk iş yoga halısında hazrola geçen ben nihayet bu sonuca vardım! Belki de aydınlanmışımdır.

Yoga yapmak için yoga yapmanıza gerek yok.

Çünkü nice insanlar tanıdım yoganın y’sinden haberleri yok ama yoga yapıyorlar.

Ve nice insanlar gördüm neredeyse stüdyoda uyuyacaklar, bir gün içinde o kadar çok derse girip çıkıyorlar ama yoganın y’sinden haberleri yok. Vallahi yok.

Peki yoga yapmadan nasıl yoga yapacağız?

Etimolojiden başlayalım: Yoga- Sanskrit bir sözcük. Sanskrit artık konuşulmayan bir lisan ama Hatha yoga metinlerinin çoğu bu dilde yazılmış. Nasıl Yunanca aşk dili ise Sanskit de ilahiyat dili.  Sadece dilinizi Sanskrit kelimlere döndürdüğünüz zaman bile ulvi bir haller geliyor insana. Pek güzel kelimeleri var. Upekşanam (sükunet), hırdayam (gönül), akaşa (uzay-boşluk-eter), amrita (ölümsüzlük veren nektar), satya (dürüstlük), ahimsa  (şiddetsizlik) gibi insanın ağzını dolduran ve sözcüğün anlamını gönül tellerinde çalan sesler. Fırsat olsun da bu boğazımdan bu sesler çıksın diyorsunuz.

Bu çok sesli, çok renkli dilin sözcüklerinden biri de YOGA ve yoganın çok çeşitli anlamlarından biri de BÜTÜNLEŞMEK. İngilizce’deki “yoke”kelimesinin kökü de aynı yok- zaten Hindistan’da gittiyseniz kulağınıza muhakkak ilişmiştir, yerli halk yoga’ya yoga değil YOG der.

Peki neyle bütünleşmek? Soruyorum. Yıllardır yoga derslerine girip çıkan çocuklara soruyorum.

Yog tamam da neyle yog? Sanki 2197’nin küp kökünü sordum, bakışlar o denli boş.  Boş değilse de sıkkın.

“Hadi hoca hanım uzatma, hadi ayağa kalkalım da biraz hareket edelim.”

Peki size sorayım o zaman. Yog da neyle yog? Bütünleşiyoruz da neyle bütünleşiyoruz?

Bizim hocamız cahilce hareket etmemize pek kızar. Her şeyin bir sırası var. Bacaklarının üzerinde dengede duramayan insan kollarının üzerinde dengede durmaya kalkışmasın mesela. Ayakta duramayan oturmasın… Hepsi bizim iyiliğimiz için sonuçta. Ellerimizi kalbimizin önünde birleştiriyoruz da ne oluyor? O da bir yog. Hava elementinin duyu ve hareket organları olan deri ve eller, hava elementinin yuvası olan kalp bölgesinin önünde birleşiyorlar. O zaman bütün bedenin elektiriğinde bir ufak friksiyon oluyor, bir atlama, bir rahatlama… Bunları bilelim istiyor. Gerisi hava cıva çünkü.

Yog meselesine gelince… Çeşit çeşit yog var. Bütünleşme farklı boyutlarda yaşanan bir şey.

Bir kere nefes-beden-zihin bütünleşmesi var. Elimiz işte aklımız oynaşta olunca yog olmuyor. Hareketleri yapıyoruz ama yan gözle öndeki kadın ile kendimizi kıyaslıyoruz. İnsanlık hali, olur öyle şeyler tabii… Mühim olan fark etmek. Fark edip zihni yeninden bedeni hissetmeye yönlendirmek. Yoga bir cambazlıktır. Sahi söylüyorum. Bıraksan üç ayrı yöne gidecek üç ayrı gücü-zihin, beden ve nefesi bir arada tutup, düşürmeden çevirmeyi gerektirir.

Bu yog’lardan bir tanesi.

Diğer bir yog, Atman-Brahman yog’u. Bir ben var benden içeri, benden öteye… Yaradan’ı kendinde ve ötekinde görebilme yeteneği. Yaradan ile bir olduğumuzu hissetme anı. Bu da bir yog. Bütünleşme. Mistik akımlar bize insanın en temel acısının kendini Allah’tan ayrı bir varlık zannetmesinde yattığını söylerler. Bu yanılsamanın perdelerini araladığımızda gördüğümüz manzara işte yoga.

Bu yog’lar için her sabah kalkıp asana yapmak çok mu lazım? Hayır hiç değil. Ben de onu diyorum. Ama günlük kafadan çıkmak lazım. (Madde kullanarak da değil çünkü, maddeler şahane yog’lara bizi götürse de geri getirirken pencereleri öyle bir kapatıyor ki yog halleri bir türlü hatırlayamadığınız bir hissi var kendi yok rüyaya dönüşüyor.)  İnsanın günlük kafadan çıkıp da büyük resme şöyle bir baktığı anlar vardır. Bir yakını öldüğünde, bir başka yakını doğduğunda, güzel bir kitap okuyunca, hasret kalınan sevgilinin kollarına atılınca… Önceliklerin sırası değişir hani. Şak bir pencere açılır, oradan neyin hanya, neyin konya neyin yanılsama olduğunu tertemiz belirir. İşte o anlar yog anları.

Sonra bir de başka bir yog var. O da insanın kendini bütün hissetmesi. Yani şöyle: “Moralim çok bozuktu, gittim bir çift çizme aldım”. “Son model bir arabam olsa daha mutlu olurum” cinsinden yanılsamaların fayda etmeyeceği bir bütünlük içinde hissetmek kendini. “İyiyim ya böyle. Çok şükür bir şeye ihtiyacım yok”tarzı bir yog.  Yoga insanın kendini bir bütün olarak hissedebilmesi için çeşitli teknikler önerir. Bu metinleri yazan bilge kişiler insanın benliğinin  parçalanmaya pek müsait bir yapısı olduğunun elbette farkındalar. (Eh onlar da insan nihayetinde.) Kültür fizik hareketleri olan asanalar nefes ve zihin bütünlüğünde yapıldığında insan kendini kısa bir süre de olsa dengede ve tamam hissediyor. Bunun fizyolojik, enercetik, psikolojik bir dolu açıklaması var. Ama yoga metinleri bu tamama erme hissinin uzun ömürlü ve sahici olabilmesi için insanın kendisi ve  öteki ile ilişkilerini düzenlemesi gerektiğini vurguluyorlar. Diğerine (ve kendine) zarar vermemek, doğruyu söylemek, çalmamak, hırslanmamak, her tür ilişkide şefkati ve saygıyı ön plana çıkarmak… Yog ancak bu tip ilkeler doğrultusunda yaşanıca  can buluyor.

Benim bilgisayarda çok sevdiğim, işlevleri hayatta da olsun istediğim tuşlar var. Bir tanesi Elma-Z’ye basınca canlanan undo tuşu. Son yaptığını sil, zamanı başa sar. Time machine var sonra, onu da çok seviyorum. İçine girip dolaşıyorsun, iki yıl, üç yıl önceki masaüstüne filan bakıyorsun. Bu da henüz hayata geçmedi ama bence yakındır. (İleri seviye yogiler çoktan keşfetmişler zaten.) Ve çok takdir ettiğim tuşlardan bir diğer “refresh” tuşu. Elma R’ye basınca oluyor. Eski ekran gidiyor, yerine yenisi geliyor. Bazen aynı ekran çıkıyor karşısınıza, olsun, yine de tazelenmiş hissediyorsunuz kendinizi. İşte bunun hayat versiyonunu istiyorum. Bas, eski düşünceler, inançlar, şüpheler bir tazelensin, son kullanma tarihi geçmiş duygular emekliye ayrılsın, hayata karşı taze bir bakış yeşersin. Ayrı gayrı olduğumuz yanılsaması bir kenara çekilsin de biz arkasında kim/ne saklanıyormuş bir görelim.

Yoga bundan ibaret. Kendi hayatında refresh tuşuna basabilen herkes yoga yapıyor zaten. Eğilip bükülmeye hiç lüzum yok.

(Bu arada- zaten refresh tuşuna basmadan eğilip bükülmek yanılsamaların en âlâsını beraberinde getiriyor. Bilen bilir!)

Hepinize pek çok sevgiler,

Haftaya görüşmek üzere.


Filed under: Türkçe Yazılar, Yoga Tagged: bütünlük, Yoga

Maneviyatta dahi Ataerkil

$
0
0
horoz

Foto: Kokia Sparis

Şimdi böyle bir erkek tipi çıktı piyasaya: Spritüel erkek. Bildiğimiz eski ataerkil-maçovari numaralara spritüel cilası çeken erkek.

Bildiğimiz eski numaralar nedir? İşte sadakatten öcü gibi korkmak, ilk kavganın akabinde kendini bir diğer kucağa atmak, sonra inkar etmek, sonra yalan söylemek, sonra sizin kollarınıza geri dönmek için ilan-ı aşklar etmek… Bir sonraki buhrana kadar sizi bulutlar üzerinde uçurup, ilk kavgada filmi başa sarmak. Bir türlü bağlanmaya, tek eşliliğe, evliliğe, söz vermelere gelememek… Bu arada yakanızı asla ama asla bırakmamak. Tam kurtuldum diye bir zafer turu atacakken kancayı takıvermek. Karşılıksız almak… Bir söz dahi veremeden almak, almak, almak…

Bu tip marifetleri olan bir erkek tipi var. Bu klasik model şehir kadınlarına yabancı değil. Hatta çoğumuz 20li yaşlarımızı bu klasik modelin koleksiyonunu yaparak  geçirdik. 30lu yaşlarda kabak tadı verdiğini hissettik, ama kancalarından takıldığımız oldu. 40lı yaşlarda da bu kancaya takılan çok kadın arkadaşım oldu, aklı selim, çok zeki kadınlar… Ben her seferinde kancanın ucunda çırpınan kendimmişim gibi yandım yakıldım.

Neyse benim dersim klasik modelden değil de bunun spritüel cilası atılmış olanından bahsetmek. Spritüel model de klasik ile aynı özellikleri gösteriyor ama arkasına dağ gibi bir söylemi almış olarak. O ki yoga, meditasyon ve daha nice New Age usülü kendini geliştir-aştır-taştır etkinliği ile iştigal ediyor ve tabii ki bu işleri hepimizden daha iyi biliyor. Daldan dala atladığı için bir tane öğretinin bile derinine giremiyor, bu ayrı bir konu, ya da belki de değil. Çünkü eli yüzü düzgün bir mistik sistemin derinine indiğinde karşılaşacağı manzaranın hoşuna gitmeyeceğini biliyor. Ya da seziyor. Kesinlikle kötü niyetli bir insan değil.

Kimsenin niyeti kötü değil zaten, herkes kendi yarasını koruma derdinde. Bu da ayrı bir konu.  Tabii bir de güya-gurular var. Bu modelin epey geliştirilmiş hali oluyor güya guru. Yoga dünyasında skandalsız gün geçmez oldu mesela. Siz daha bizim sıkıcı sıkıcı yerimizde oturduğumuz sanın. Ne dolaplar dönüyor…

Neye ileride bir gün güya-gurulara da gelir sıra elbet.

Velhasıl bu güya spritüel model sadakatsizliğini meşrulaştırmak için mesela ingilizcesi non-attachment olan bağımlılıktan bağımsızlaşma ilkesini bize hatırlatmayı sever. En sevdiği ilke budur kanımca. Oysa ki “non attachment” ilkesi bir insana sadakat sözü vermeyi engelleyen bir şey değil. Ve hatta cinsel enerjiyi sağa sola saçmayıp, idareli kullanmak; kıymetli, anlamlı ilişkilere kanalize etmek bütün mistik öğretilerin başını çekiyor. Hiç bir geleneksel mistik sistem “tek bir kadına bağlanma oğlum, bu amaç peşinde mümkün olduğun çok kadını koynuna al” gibi bir tavsiye vermiyor.

Ama bizim spritüel cilalı klasik model bunu böyle anlıyor. Zaten belki de böyle anladığı için bu işlere merak salmış. Ne de olsa yoga, meditasyon ve kişisel gelişim dünyası 1 erkeğe 10 kadının düştüğü mini sultanlıklar. Sadakat, söz verme, söz tutma gibi konularda yeterli olgunluğa erişmemiş, cinsel enerjisininin kölesi durumundan henüz sıyrılamamış erkekler için bir cennet aslında. Çünkü bir o kadar da kendi kıymetini bilmeyen, sınır çizmekten bihaber kafası karışık kadın var orada. Bir ilişkinin  yüzde elli sorumluluğu erkekte ise diğer yüzde ellisi de kadında. “Ay vallahi ben sevmekten başka bir şey etmiyorum, o hep benim kalbimi kırıyor” diyen taraf da hiç bir şey yapmayarak kalp kırıklığına meydan verdiği için karşısındaki kadar sorumludur ilişkinin geldiği noktadan. Bu konuyu daha ileride irdeleriz.

Hareme düşmüş sultan erkeğimize bakalım şimdi. Harem halkının diline pelesenk ettiği bir “şimdiki zamanı yaşama” mevhumu var. “Tek gerçek şimdi, şu an, en büyük şimdi, başka büyük yok” söylemi var. O da -çok af edersiniz- kıçından anlaşılmaya müsait bir konsept ne de olsa…

Onu da kat çorbaya. Oldu mu sana spritüel erkek?

Oldu oldu.

Öyle bir oldu ki kapanın elinde kalıyor.

Ne yapsın, onun da egosu var. Gider mi gider. Bu egonun ne menem bir şey olduğunu idrak edemiş ise henüz, spritüel sandığı çalışmaların o egonun emrinde gerçekleşen faaliyet zinciri olduğunu anlamayabilir.

Burada bir ara veriyorum. Çok alakalı değil ama bu spiritüel kelimesine biraz sinir oluyorum. Pek azımız tarafından bilinen türkçesi tinsel. Manevi de diyebiliriz. Müsade ederseniz bu noktadan sonra bu ikisini kullanalım. (Atlas Dergisi’nde çıkan bir yazımda “yoga tinsel bir çalışmadır” dedim diye çok fena saldırıya uğramıştım. Dinsel dediğim sanılmış. Dinsel değil, tinsel. Spiritüelin öz Türkçesi.)

Evet tinsel ya da manevi… Bu tip çalışmaların ilk adımıdır sadakat. Önce hocamıza sadakat sözü veririz, sonra o hocanın hocalarına, mistik sülalemize. “Sizden bana akan öğretiyi sulandırmandan, sızdırmadan, azimle çalışacağım” dersiniz. Bu söz bilinmeyene atılan bir adımdır. “Dur bir bakayım, hoşuma giderse devam ederim” mantığının ters ucunda durur.

Bilinmeyenin uçurumundan aşağı atlamak bütün dönüşümlerin başını tutar.

Sonra yine eski metinlerin bize hatırlattığı üzere yoga (ya da hangi tinsel çalışma ile tamama erme yoluna baş koyduysanız o sistem) ancak ilişkide yaşanır. Ben’in Öteki ile karşılaştığı yerde yoga başlar.

Ben’in öteki ile karşılaşması da öyle “kendimizi akışa bırakalım, bir miktar hoş beş edelim sonra ama sakın ola ki bağlanmayalım” ile özetlenecek bir durum değildir. Tinsel model erkeğimizi korkutmak istemem ama bu kendini keşif süreci evliliğe  benzer. İnsan kendi içine kapandığı yerde değil, ötekine açıldığı yerde kendini keşfeder. Kendi içimize kapandığımız o mağarada çünkü hep ama hep aynı film gösterilmektedir.

Evet Ben ile Öteki’nin buluşması bir düğündür. Resmi ya da imam nikahı değil, yürek nikahı kıyılması icab edilir. Sadece hoşbeş esnasında değil, kanlı ve ısdıraplı zamanlarda da yan yana olmaya verilen sözdür. Bilinmeyenin uçurumdan aşağı kendini beraber bırakmaktır. O düşüş anında karşındakinin aynasında gördüğün surettir.

Zaman denen o bilinmeze öteki ile dalabilmektir yoga.

Hayatı çalmak değil, paylaşmaktır.

Bu tinsel işler cesaret ister yani.

Non-attachment use yanlış anlaşıldığı şeyden çok başka bir şeydir. Onu da başka bir yazıda konuşuruz.

Hepinize çok sevgiler.

Defne


Filed under: Diren İnsanlık, Türkçe Yazılar, Yaşama Dair, Yoga Tagged: erkekler, ilişkiler, kadınlar, spiritüellik, Yoga

Aidiyet

$
0
0

Kuraldışı Dergi’deki Kasım 2014 yazım…

Türkiye’de ders verdiğim bir dönemin daha sonuna geldim. Hayatım bu düzende gelip geçiyor. Her defasında farklı bir süre boyunca burada kalıyorum; eski öğrencilerimle buluşup, yenileri ile tanışıyorum. Bu yılki derslerim toplam beş hafta sürdü. Beş hafta boyunca sabah öğle akşam haftanın her günü yoga dersi verdim. Baştan kaydolan bir grup öğrenci ile çalıştığım için sınıflarımla sağlam ilişki kurabildim.

Veda vakti bana her ayrılışımda ölümü hatırlatıyor. Sanki kısa bir süreliğine ölmüşüm gibi oluyor: Öğrencilerin hayatında yani. Bir ay boyunca beni her gün görüyorlar, sonra birden yokum. İlerleyen iletişim teknolojisi sayesinde temas halinde kalmak kolay gibi görünse de coğrafi mesafenin insanı ötekinden ayıran tartışılmaz bir gücü var. Gözden uzak olan sahiden de gönülden uzak kalıyor.

Vedaları hiç sevmiyorum. Fırsatım olsa kimseye çaktırmadan sıvışır giderim.

Bu beş haftalık yoğun ders verme sürecinde sadece öğrenciler değil, ben de çok şey öğrendim. Değiştim, geliştim, büyüdüm, olgunlaştım. Bilge bir yoga hocası bir zamanlar demiş ki: “Bir şeyi öğrenmek istiyorsanız onun hakkında okuyun, bir şeyi anlamak istiyorsanız o konuda yazın ve bir konuda ustalaşmak istiyorsanız onu öğretin.” Ben de verdiğim her yoga kursunda kendi hocamın yanında geçirdiğim zamanlardaki kadar çok şey öğreniyorum.

Son ders ileri seviye öğrencilerine hareketleri itina ile yapmalarını öğütlüyordum. Benim geldiğim Hatha Yoga sisteminde üç temel seri yıllarca tekrarlandığından insanın sıkılması ya da hareketleri yaparken otomatiğe bağlaması, mekanikleşmesi çok rastlanan ve yoga öğretisinin aksine çalışan bir durum. Benimle üç, dört, beş yıldır çalışan öğrencilerde böyle bir alışma hali gördüğümden dersi kesip bu konuda biraz konuştum. Hareketler hep aynı olsa da vücutlar aynı değil. Bir sabah uyandığımızda vücudumuzdaki hücreler toplamı bir önceki sabahkinden farklı. Sadece bu da değil: Bir önceki gün yediklerimiz, girip çıktığımız psikolojik durumlar, uyurken gördüğümüz rüyalar, manyetik gücü enerjimizi etkileyen ayın ve gezegenlerin konumu aslında her sabah yeni bir kişiye uyanmamızı sağlıyor. Bu değişiklikler birikince, mesela beş sene öncesi ile şimdi arasındaki farkı görmemiz kolay ama yavaş çekimde fark ediş o kadar da kolay olmuyor. Bunun sonucunda da can sıkıntısı, bıkkınlık, bezginlik geliyor.

Hatha Yoga şu anda sahip olduğumuz vücut, zihin, nefes sistemine taze bir dikkatle bakmamızı istiyor. Belki de bu mistik çalışmanın en değerli hediyesi budur: Her gün tekrarlanan bir şey olan hayata taze bir dikkatle yaklaşmak.

Bunları söyledikten sonra öğrencilere yerlerine dönmelerini söyledim. Hareketlere yeniden başladık. Dikkatliydiler, özenliydiler, yanaklarına al, gözlerine ışık geldi. Benim aklıma da bir soru… Ben mesela matematik öğretmeni de olsam öğrencilere aynı bilgeliği aktarabilir miydim? Ya da edebiyat veya resim öğretmeni olsam? Bana kalırsa bu sorunun cevabı evet. Elimizdeki malzeme ne olursa olsun onu itina ile yerine getirmek hayatı sevmemizi sağlıyor. Hepimizin kutsal bir varlık sebebi varsa bu âlemde –ki ben öyle olduğuna inanıyorum- insanlığa katkımızı elimizdeki işe dikkatimizi vererek sağlıyoruz. Bu illa ki ekmek paramızı kazanmak için yaptığımız mesleğimiz olmak zorunda da değil. Yarattığımız, ürettiğimiz her şeyde varlık sebebimiz gizli. Bu minik bir teşekkür notu da olabilir, doğurduğumuz çocuğumuz ya da çözdüğümüz bir matematik problemi de… Kimsenin varlık sebebi bir diğerinden daha önemli ya da öncelikli değil.

Birinci sınıfların son dersinde bir öğrencim yanıma yaklaşıp, Mavi Orman’ı okuduktan sonra Tayland’a gidip benim oradaki yoga hocalarımla bir kurs yapmayı kafaya koyduğunu ve geçen yaz nihayet bu hayalini gerçekleştirdiğini söyledi. Meltem, Nong Khai’deki yoga merkezinde benim ilk hocalarımın yanında yoga kursu tamamlayan beşinci öğrencim. Yüreğim gurur ve sevinç ile doldu. Varlık sebebim bir an görünüp kayboldu.

Hepimiz hayatlarımızın her bir anında –şimdi, şimdi ve şimdi- bilsek de bilmesek de birilerinin yüreğine dokunuyor, kendimizden diğerine bir şeyler geçiriyoruz. Her insan bu ağın bir parçası ve aidiyetimizi hatırladığımız her an yanaklarımıza al, gözlerimize ışık vuruyor!

KD © 2014 Her hakkı saklıdır. Sitedeki yazılar izinsiz ve kaynak belirtmeden başka yerde yayımlanamaz. Sadece dergiye link vererek paylaşım yapabilirsiniz.

http://www.kuraldisidergi.com/6097/aidiyetin-ali-isigi/


Filed under: Türkçe Yazılar, Yaşama Dair, Yoga Tagged: aidiyet, maviorman, tayland, tayland'da yoga, veda, Yoga

Bir Hayran Mektubunun Ardından

$
0
0

YazarkenBu sabah e-posta kutuma  “Bir Hayran Mektubu” düştü. Tırnak içinde çünkü e-postanın başlığı (konusu) bu. Çok güzel kaleme alınmış, samimi, sıcak sözlerle dolu bir mektup. Yazılarımı okuyan, satır aralarında kendini bulan, okudukça kaleme sarılan genç bir kadından gelmiş.

Pazartesi sabah dersimden hemen sonra posta kutumda bulduğum bu sıcacık mektubu ayak üstü okuyamayacağımı anlayınca stüdyonun koltuklarından birine oturdum, sindire sindire baştan sonra okudum. Sonra bir daha. Gözlerim yaşlarla, karnımın aşağısında bir bölge de tatmin ile doldu. Geçen yaz geçirdiğim başarısız hamilelik tecrübesinden sonra bugün ilk defa o mektubu okurken hayatta en az annelik kadar beni doyuracak bir (değil iki) meşgalem olduğunu hatırladım. Keşfetmek ve yazmak. Yazmak ve keşfetmek…

Bu yazıyı Bir Hayran Mektubu’nun yazarına adamak isterim.

2007 yazında sanki aramakla bulunurmuş gibi yoga hocamı “aramaya” çıktığım bir seyahat öncesinde sevgili dostum ve o zamanki işverenim David Cornwell benden katıldığım yoga kurslarına dair  Cihangir Yoga’nın bloğuna bir şeyler yazmamı rica etmişti. Annemin bana ilk günlüğümü hediye ettiği 1981 yılından o güne kadar düzenli olarak yazmış olsam da yazılarımı insanlarla paylaşmam kurşun kalemle yazılmış defter sayfalarını üç beş arkadaşın eline tutuşturmaktan ibaretti. David’in teklifini kabul ettim çünkü bana düşünmeden “evet” deme pratiğini o öğretmişti. Bu pratik şöyle bir şey:  Birisi size bir şey soruyor. Siz hiç düşünmeden önce evet diyorsunuz. David’in bana verdiği örneği ben de size vereyim: Ben mesela “David sabah derslerini ben verebilir miyim?” diye soruyorum. O da diyor ki “Evet tabii ama sabah dersimiz yok.” Böylece soru o dakikada gerçekleşmesi imkansız bir şeye dair bile olsa, bir gün o şeyin ihtimal dahiline alınabileceğini belirtmiş oluyorsunuz. Kapıyı hayır diye çat diye kapatmak yerine, olasılıklara karşı aralık bırakıyorsunuz yani.

Ben de işte bu sebeple David’e “evet” dedim. “Evet tabii yazabilirsem yazarım”. İlk durak Zürih. Sonra Londra. Sonra Simi adası. Öyle dolaşacağım, hocaların peşinde. Zürih’teki pansiyonda kuş yuvası bir çatı katı odasında kalıyordum. Eğimli çatının altında, serçelerin dallarına yuva yaptığı koca bir çınara bakan pencerenin önünde bir yazı masası duruyor. Yanımda bilgisayar var ama o zaman daha pansiyonlarda kablosuz internet yok. Bilgisayara yazıp internet kafede kopi-peyst zamanları. Velhasıl masa öyle çekici ki eline kalem almamış adamı bile baştan çıkarır, hiç bir şey değilse bir kartpostal yazdırır. Sabah akşam yoga dersine girdiğim o günlerde öğlenden sonraları kuş yuvama çekilip David’e postalamak üzere başladım “blog” denen şeyi yazmaya.

Dün bizim Bey bana bir yutüb videosu seyrettirdi. Yakışıklı bir genç ekranın tam ortasında durmuş diyor ki “Facebook’ta 412 (sayıyı tam hatırlamıyorum ama o civar) arkadaşım var ama kendimi yalnız hissediyorum.” Sonra da dünyadan kopuk insanların çarpıcı görüntüleri eşliğinde içli bir metin okuyor bize. Sosyal medyada kaybolup da gerçek ilişki kurmayı unuttuğumuz, siber alemlerde takılmaktan güneşi, ayı, yıldızları görmez olduğumuz yaşamlarımızı anlatıyor. Bey çok etkilenmiş, klip bitene kadar tek kelime etmeme izin vermiyor. Klip elbette “telefonu elinden bırak, ekranı kapat, etrafa göz at, yaşamaya bak” nameleri ile sona ererken ben makineli tüfek gibi karşı tezimi savunmaya geçiyorum.

Karşı tezim aşağı yukarı şöyle bir şey:

Zürih’teki kuş yuvası odanın masasında yazmaya başladığım o gün benim hayatım daha öncesinde eşini benzerini bilmediği bir zenginliğe kapılarını açıyormuş. O zaman bilmiyordum. Son yedi yılda internet ve sosyal medya sayesinde satırlarımı, iç dünyamı binlerce insanla paylaşma şansı buldum. Yüzlerce öğrencim oldu. Hemen hepsi beni yazılarımdan bildikleri için dersime gelen. O yüzlerce öğrenciden bir kısmı ile son derece samimi, kaliteli dostluklar kurdum.. Eskiden olsa “bunca yıldan sonra ne konuşacağız, şimdi rahatsız sessizliklerle dolu bir hoşbeşe hiç girmeyeyim” diye düşünerek uzaktan gördüğümde yolumu değiştirdiğim eski dostlara kolayca sarılır oldum. Ne de olsa Facebook’daki fotoğrafları, sözleri sayesinde onları yıllar önce değil, daha o sabah görmüş gibi hissediyordum. Son yedi yılda benimkine benzer ilgi alanlarına sahip onlarca insanla yazıştım, onlardan destek aldım ve bir çoğu ile yüz yüze tanıştım.

Ne güneşi, ne ayı, ne de yıldızları unuttum. Yalnız kalmak istediğimde ekranı kapatıp sokağa çıktım. Arkadaşlarımla buluştuğumda telefonu çantamdan çıkarmak aklıma bile gelmedi.

Makine tüfek gibi bunları bizim Bey’e sayınca o önce sustu, sonra dedi ki,

“Galiba hayatta neye meyil ediyorsak elimizdeki araçları da o yönde kullanıyoruz. Kendinden, doğadan, insanlardan kopacağın varsa internetle de internetsiz de kopuyorsun. Tüketeceğin varsa ha sokakta, ha ebay’de fark etmiyor. Hayata ilham ve samimi ilişkiler bulma niyeti ile dalıyorsan elindeki aracı yine o yönde kullanıyorsun…”

Doğru söze ne denir? Bütün dostluk ve bağlılık görüntülerini içeren bir video yapıp, biz de yutüb’e koymaya karar verdik.

Ben beni sizinle buluşturduğu için internete minnet duyanlardanım.

Sağlıcakla kalın!

Defne

 


Filed under: Türkçe Yazılar, Yaşama Dair, Yoga Tagged: internet, sosyal medya, yazı, Yoga

Yogada Hoca Yitirmek 1. Bölüm: Albequerque Havaalanı

$
0
0

Kalemtıraş:

Bu aralar okumak istersiniz belki…

Originally posted on İnsanlık Hali:

Dört yıl kadar önce, Albequerque havaalanında, bir merdivenin en alt basamağına tünemiş inanamaz gözlerle kucağımda açık diz üstü bilgisayarıma bakıyorum. E-posta kutuma düşmüş son mesaj şöyle diyor:

Sevgili Defne,

Umarım bu mesaj vaktinde eline geçer. Santa Fe’deki kurs iptal oldu. Gelme!

P.S

Bavullara, bavul arabalarının tekerleklerine, boyasız tozlu, bağcıkları bağlı, rugan, topuklu ayakkabıların içindeki aceleci, avare, uzun kısa adımlara  baka baka ağlamaya başlıyorum! İnen kalkan uçakların anonsları sesimi bastırıyor. Kimse benimle ilgilenmiyor.

Santa Fe şehrinin bulunduğu New Mexico eyaleti Portland’ın 1795 km güneydoğusuna düşüyor. Bir şehirden diğerine uçak yolculuğu -direk uçuş bulacak kadar şanslı olduğumuzu varsayarsak- iki saat otuz dakika sürüyor. Bilet fiyatları da 300 dolardan başlıyor.Santa Fe’nin büyük bir havaalanı yok. Bu nedenle uçabileceğiniz en yakın şehir 70km ötesindeki Albequerque.

İşsiz, evsiz, beş kuruşsuz bir hayat döneminde bu yolculuğa neden çıkmıştım?

3 günlük yoga kursunun içine düştüğüm varoluşsal bunalımdan beni kurtaracağına sahiden inanıyor muydum? Üstelik önemli bir kurs değil…

Orijinali görüntüle 224 kelime daha


Filed under: Anı, Türkçe Yazılar, Yoga

Birazcık Yoga

$
0
0

Yaali

Kuraldışı Dergi’deki Eylül yazısı

Bu ay yoga hakkında yazmazsam olmayacaktı. Pek çok sebepten dolayı… Ama hayır, ülkemizde geçen aylarda patlak veren yoga hocası-öğrencisi skandalı bu sebeplerden biri değil. Doğrusunu isterseniz o konu benim ilgimi pek çekmedi. Türkiye’nin yoga cemiyetinde bir ilk olmasına rağmen Hindistan’dan ABD’ye kadar dünyanın her yerinde örneklerine rastlanan bir skandal olduğu için. Erkek hocanın mistik yoldan şaşıp da etrafındaki kadın öğrencileri baştan çıkarması veya kudreti aracılığıyla onları kendi emellerine alet etmesi durumu hem tarih kadar eski, hem de sadece yoga değil pek çok manevi odaklı cemiyetin çürük dişlerinden biri. Benim lisansüstü tezim de –tesadüfe bakınız ki- Aczmendi tarikatları içinde yaşanan seks skandalları etrafında örülmüştü. Toplumumuzun bu tip skandallardan çıkardığı sonuçlara ve ürettikleri kimlik politikalarına bakmak isterseniz Boğaziçi Üniversitesi’nin kütüphanesinin bir rafında benim tezi bulup okuyabilirsiniz.

Hayır, bu ay yogadan bahsetmek istememin başka iki sebebi var. Birincisi ben kendim hocamın yanında tamamladığım yıllık eğitimimden döndüm; onun heyecanı içeresindeyim. Hocamız ihtişamı, tantanayı sevmeyen ve binlerce yıllık bu pek kıymetli öğretiyi mümkün olan en sade biçimiyle bize aktarma arzusunda olan 66 yaşında, tatlı sert bir adam. Bir hafta boyunca vücudun kendi ateşini kullanarak, bizi alışkanlıklarımız ve kör noktalarımızla yüzleştirdi. Tembellere acımadı ama çabanın başarı takıntısına ya da gösterişe dönüşmesine de izin vermedi. Ben bir kaç defa pes etmek üzereyken – “Tamam bitti; artık ben yoga moga yapmayacağım; artık yazar olarak hayatımı ikame ettirmenin bir yolunu arayacağım. Bu iş bana göre değil” diye haykıran iç sesin egemenliğine girdiğim anlarda bir bakışı ile bana güvendiği mesajını vermesini bildi.

Bu sabah İstanbul’a dönerken bitkin ama tatminkar hissediyorum kendimi. Hayata bakışım incelmiş sanki, hırslarım törpülenmiş, Küçük Şeylerin Tanrısı yolumu aydınlatmış.

Yoga hakkında yazmak istememin bir diğer sebebi de çok büyük bir ustanın ölümü. B.K.S Iyengar, bugün dünyada yoga yapan milyonların babası sayılacak, hocaların hocası, başöğretmeni. 20 Ağustos 2014 günü Hindistan’ın Puna kentinde -bu seferki- hayatına gözlerini kapattı. Benim hocamın da hocası olan Iyengar, “Frenklere” ve kadınlara yoga öğretmeyi ilk defa kabul eden –zamanında skandal olarak algılanan bir hareket- Sri T. Krişnamaçarya’nın çelimsiz ve hasta öğrencisi (ve yeğeni) yoga sayesinde hayatla yeniden buluşan, kendi hocasından devraldığı meşaleyi yirminci yüzyıl boyunca vakarla taşımış bu büyük usta gözlerini yumduğunda doksan beş yaşındaydı. Bugün dünyada milyonlarca insan yoga yapıyorsa bu Iyengar’ın yetiştirdiği olgun ve geleneğe sadık hocaların sayesindedir.

Evet, bugün dünyada milyonlarca insan yoga yapıyor. Kimisi beli ağrıyor diye, kimisi de aydınlanma umuduyla kimisi sakinleşmek, kimisi yaratıcılığını arttırsın diye ama hemen hepsi yoga esnasında girip çıktıkları hallerde “bir şeyler” buldukları için bu tarih kadar eski, nefes, vücut, zihin üçlüsünün ortak çalışmasına gönül veriyorlar.

İnsanlığın manevi anlama ve mistik dünyaya duydukları açlığının zirve yaptığı çağımızda, milyonların neden kendi kültürlerine ait dinlerde değil de hatha yoga gibi uzak bir diyarın  karmaşık bir mistik öğretisinde açlıklarını dindirmeye çalıştıklarını pek çok sosyolojik ve psikolojik faktörle açıklayabiliriz. Hatha Yoga, vücudu kullanarak yapılan yoga çalışmalarının tamamına verilen genel isim. Bu yazıda bedeni kullanarak yaptığımızı bütün yoga sistemleri için -evet hepsi- Shadow, Aştanga, Anusara, Yin, Kundalini, hepsi, hepsi- Hatha Yoga terimini kullanacağım.

Nefes, beden ve zihin (konsantrasyon) üçlüsünü çalışarak kişinin kendine ve evrene dair keşiflerde bulunması, diğer varlıklar (ve tanrı) ile arasındaki bağı birebir tecrübe etmesi ve bu sayede mistik öğretiye dair açlığını biraz olsun bastırması amacını güdenHatha Yoga, bize epey karmaşık bir enerji anatomisi sunuyor. Bu anatomiyi bilmeden hareketleri yapmanın kişiye faydası olsa da, yoganın özüne inmek ancak beden-zihin-nefes üçlüsünün hatha yoga çalışması sırasında ne yollardan geçtiğini anlamakla mümkün olabilir.

Peki ne oluyor bize yoga yaparken? Bana sorarsanız yogayı diğer bedensel faaliyetten ayıran başlıca özelliği, harekete nefes ve zihni dâhil etmesidir. Sekiz ayaklı yoganın dördüncü ayağı olan pranayama ve beşinci ayağı pratyahara yogayı yoga yapan iki önemli faktördür. Pranayama, yoga eğitiminin ileriki aşamalarında dallanıp budaklanarak son derece karmaşık bir çalışmaya dönüşse de aslında daha en baştan beri bizimle olan bir uygulama. Hareket-nefes ortaklığını sağladığımızda, yani nefes alış süresince bir hareketi, nefes veriş süresince de diğer bir hareketi yapmaya başladığımızda bedeni ve nefesi akort etmeye başlıyoruz. Bu en basitinden birpranayama. Tıpkı bir balerinin adımlarını, kollarını müziğin sayısı ile hareket ettirmesi gibi yogada da bütün hareketlerimizi nefesin ritmine göre ayarlarız. Nefes-beden ikilisinin yanı sıra, yoganın beşinci adımı olan pratyahara yani beş duyu organının sesini kısmak yogayı diğer fiziksel etkililiklerden ayırıyor. Hatha Yoga zihin-nefes-beden üçlüsünün birden kullanıldığı tek mistik sistem değil elbette. Chi-Qong, Tai Chi ve Uzakdoğu dövüş sanatlarının çoğunda bu üçlü beraber çalışıyor.

Nefes-hareket ikilisinin uyumu başlangıç derslerinde genelde öğretiliyor. Beş duyu organının seslerinin kısılması olarak tarif ettiğim pratyahara’ya ise bence gerekli önem verilmiyor. Pratyahara zihnin bir süreliğine beş duyu organının gördüğü, duyduğu, hissettiği, kokladığı, tattığı şeylere tepki vermeden izlemesini öngören bir uygulama. Mesela tam kaptırdınız nefes alırken kollar kalkıyor, nefes verirken kollar iniyor. Koordinasyon tamam, konsantrasyon yerinde… Derken tak kapı açılıyor stüdyodan içeri soluk soluğa bir öğrenci girip matını pat sizin yanına seriyor, oflaya poflaya yerleşiyor. İşte onu görmemiş, duymamış gibi yapıp çalışmaya devam etmekpratyahara! Aynı şey yüzümüzü gıdıklayan saç telini yüzümüzden çekeceğimiz ya da yakası kayan tişörtümüzü düzelteceğimiz yerde oldukları yerde bırakmayı da içeriyor. Öğrencilerime sık sık hatırlattığım üzere, yoga serisine başladığımız andan itibaren ellerin ve ayakların yeri her saniye için tasarlanmış durumdadır. Hiçbir şey yapmıyor gibi de dursa o anda eller, asıl yerleri olan bedenin iki yanında sarkıyorlar. Onları oradan çekip saçınıza götürdüğünüz anda o serinin büyüsü kaçar.

Yoga dersi vermeye başladığım ilk yıllarda bana öğrencilerim «asker» derlerdi. Sınıfa su şişesi ile girmelerini, akıllarına esince çıkıp tuvalete gidip gelmelerini ve seri sırasında saçlarını başlarını düzeltmelerini istemiyorum diye. Ayrıca o zamanlar kullandığımız matlarını yamuk sermişler ya da battaniyeleri yanlış katlamışlarsa da uyarı alırlardı. O öğrencilerin bir kısmı askerliğe dayanamayıp gittiler. Diğerleri ise bugün hala benim derslerime geliyorlar ve bütün bu dirlik düzenin sadece ve sadece yoga çalışmasının derinliğini arttırmak, büyüsüne kapılmak için gerekli olduğunu biliyorlar.

Yoga yaparken ne oluyor da alışkanlıklarımızdan inançlarımıza, günlük ilişkilerimizden damak tadımıza kadar pek çok şey değişiyor diye soracak olursanız Hatha Yogaanatomisine bir göz atmanızı öneririm. Beden, zihin ve nefes çalışmaları vasıtası ile bütünleşmeyi amaçlayan Hatha Yoga’nın bize sunduğu anatomi sadece fiziksel beden ile sınırlı bir anatomi değildir. Tıpkı Çin tıbbında olduğu gibi Hatha Yoga‘da beden, beş duyu organı ile algılanan fiziksel bedenden daha geniş bir alana yayılır. Evet, beden iç organlar, sinir, solunum, dolaşım, sindirim sistemi ve beş duyu organı ile donatılmıştır ama bu yapıyı birbirine bağlayan ve ölü bedeni canlısından ayıran çok önemli bir parçası daha vardır: CAN.

İlk nefes ile bedene dolduğu ve son nefes ile bedenden çıktığı farz edilen bu yaşam enerjisi (can) Hatha Yoga‘da Prana adını alır ve iç rüzgarlardan biri olan diğer (küçük p ile yazılan) prana ile  karıştırılmaması için cümle ortasında bile kullanılsa özel isim gibi büyük harfle başlayarak yazılır. Prana’yı nefes ve besinlerden alırız. Kimi Hatha Yoga ekollleri Prana‘nın zihnimizi dolduran verilerden de etkilendiğini öne sürer. Dinlediğimiz ve seyrettiğimiz her şey, beynimizin filtresinden geçirdiğimiz bütün malumat Prana‘nın dokusunu şekillendirir. Kalitesiz gıda ya da hava gibi kalitesiz veri de (bilgisayar ya da televizyon karşısında boş boş geçirilen bir saat içinde beynimize dolanlar)  canımızın hem yapısını hem de akışını olumsuz yönde etkiler.

Yani sizin anlayacağınız bu Prana, Hatha Yoga anatomisinde akan bir şey olarak anlatılır. “Nasıl yani su gibi mi?”, diye metinlerin satır aralarını kurcalamaya, hocaları canından bezdiren sorular sormaya başlarsanız Prana‘nın sudan çok rüzgar gibi tanımlandığını öğrenirsiniz. Aynı Ayurveda gibi Hatha Yoga da Samkya felsefesinden türemiş bir disiplin olduğu için, bedeni ve parçalarını betimlemek için sık sıkSamkya‘nın elementlerine başvurur. Alemin beş elementi olan toprak, su, ateş, hava ve boşluk bedenin farklı noktalarının niteliğini belirlerler.

Hatha Yoga’da Prana yani can, hava elementinin bir parçası olarak tarif edilir. Sudan çok hava, havanın da hareketlisi olduğu için rüzgara benzetilir Prana. Biz yoga hocalarının Prana için “iç nefes” tabirini kullanmamız da onun bu havai özelliğinden gelir. Prana, can ya da iç nefes nadi adı verilen kanallar içinde eser. Nadileri çok gelişmiş ve çok ince bir sinir sistemi olarak düşünebiliriz. Bedenin, hücrenin, hücre çekirdeğinin her bir noktasına ulaşan muazzam bir iletişim ağı oluşturur nadiler. Kimi metinlere göre sayısı 72.000′i bulan nadilerin neyse ki sadece on üç tanesi biz yoga öğrencileri için önemlidir. Bu on üç içinde ise üç tanesi esaslıdır ki ilk yıllarda bu üçünün farkına varmak bize Hatha Yoga anatomisini hissetmek için bol bol imkân sağlar.

Hatha Yoga sisteminde fiziksel, duygusal ve zihinsel sağlık Prana’nın nadiler içinde muntazam akışına bağlanır. Prana bir yerde tıkanıyorsa eğer, orası çığ yüzünden iletişimi kesilmiş uzak bir köy gibi karanlığa gömülür ve sonunda -eğer yollar açılmazsa- ölüme mahkum olur. Prana‘nın nadi içindeki akışını tıkayan şeyler duruş ve beslenme bozuklukları gibi fiziksel bedene has sorunlar olabileceği gibi takıntı, nefret, kin, inat, karamsarlık gibi zihinsel/duygusal durumlar da canın kanalları içinde akışını tıkayabilir.

Kollar, bacaklar ve omurga nefes ve zihin eşliğindeki hareketi Prana‘nın nadiler içindeki akışı düzenliyor. Bunun iç organlar ve kaslar üzerindeki etkisinin hissedilmesi bir kaç ayı alabilse de, Prana‘nın zihin üzerindeki etkisi pek çok öğrenci tarafından daha ilk yoga derslerinin sonunda yattıkları gevşeme sırasında ya da rahatça oturdukları bir bağdaş içinde hissedilebiliyor. Zihinde sükunet, netlik, hafiflik ve hatta özgürlük hissi  yoga dersine bir defa giren öğrencinin stüdyo kapısını bir defa ve sonra bir defa daha aşındırmasının arkasında yatan başlıca sırdır!

Can damarda özgürce akarken biz de bir tatlı huzur ve belki de nicedir çözemediğimiz dertlerimize aniden derman buluyoruz ama bu iş orada bitmiyor. Prana‘nın nadi içinde esmesinin incelikleri var. Yaz yaz bitmez. Zaten Hatha Yoga Matruşka bebekleri gibi bir katmanı açınca, diğer katmanı merak ettiren, böylece bizi daha derine sürükleyen bir bilgi deryası. Onca teknik teferruata rağmen yaşamın, insanın ve varlığın gizemini içinde taşıyor olması da cabası…


Filed under: Türkçe Yazılar, Yoga

Yoga ve Kadınlar

$
0
0
Foto: Nergis Karan Fotoşop: Serhan Keser

Foto: Nergis Karan
Fotoşop: Serhan Keser

Bugün dünyaki yoga yapan insanların ezici çoğunluğunu kadınlar oluştursa da, yoga geleneğinin kadınlara özel haller için yaptığı uyarılar ve öneriler çok az sayıda hoca tarafından öğrencilere aktarılıyor. Oysa geleneksel yoga metinleri ve o metinlerin derinlemesine çalışmış ustalar, yoganın kadınlar ve erkekler tarafından aynı şekilde uygulanamayacığını hem kitaplarında, hem de konuşmalarında defalarca tekrarlamışlar.

Kadınların hayat döngülerini erkeklerden farklı kılan üç tane olay var: Mensturasyon, hamilelik ve menapoz. Bu üç hâl Hatha Yoga ile dönüşen, düzenlenen bedenin iç enerjisini doğrudan etkilediği için bahsi geçen dönemlerde yoga-asana çalışmasında kadınların değişiklik yapması icab ediyor.

Hamilelik döneminde kadınların uygulamalarını nasıl yeniden düzenleyeceklerine dair kaynaklar, dersler mevcut. Mensturasyon döneminde yapılması gerekenler ise şaşırtıcı derecede az sayıda kadın tarafından biliniyor ve uygulanıyor. Bazı hocalar regl halindeki kadınların sadece ters duruşlardan uzak durmalarının yeterli olduğunu söyleseler de işin doğrusu (hem Ayurveda hem Hatha Yoga metinleri tarafından altı çizile çizile belirtilen) kadınların regl oldukları günler boyunca yoga-asana, meditasyon, ilahi okuma gibi iç enerjiyi kalbin yukarısına çıkartacak faaliyetlere ara vermeleri gerektiği.

Menstrurasyon dönemi biz kadınlar için biz temizlenme süreci. 4-5 günlük bir sürede attığımız kan pek çok toksin yüklü. Toksinlerinden arınan beden her ay yeni, taze kan üretebiliyor. Genel olarak sağlık, ama özellikle kadınların sağlığı kanlarının sağlığı ile ölçülüyor. Kanımız sağlıklı ise iç organlarımıza, doku ve hücrelerimize sağlıklı enerji taşınıyor.

Ben yogadan önce regl olduğum dönemlere hiç aldırmazdım. Çok şükür regl dönemlerim ağrısız, sancısız geçtiği için ben orkidi taktığım gibi (hiç bir zaman tamponcu olamadım) baleye, yüzmeye, dans etmeye çıkardım. Lisedeyken regl olduğumuz günler beden eğitimi dersine girmeme hakkımız vardı, onu bile kullanmazdım. (Hem o zamanlar nasıl kanardık!) Dolayısıyla, yogaya başladığım hafta regl olduğumda hiç aldırmadım. Hocalarıma söyleme ihtiyacını bile görmedim. Onlar da bu konuda bizi uyarmadılar. Bir haftalık yoğun kursun üç gününde ben şakır şakır regl oluyor, asana, prayanama, mediyasyon ve Allah daha ne verdiyse yoga başlığı altında hepsini yapıyordum.

Büyük yanlış!  Bir ay sonra bir şeylerin ters gittiğini hisseder oldum. İki ay sonra hala regl olmamıştım. Aradan üç, dört, beş ay derken tam iki yıl geçti, benden bir damla kan akmadı. Hocalarım durumun hiç hayra alamet olmadığını söyleseler de regl sırasında yaptığım yoganın bu durumdan sorumlu olabileceğini düşünmediler. (Zaten ben onlara söylememiştim ki, nereden aklı edecekler?) Doktorlar da bir anlam veremediler, herşey yolunda görünüyordu içeride. Hindistan’daki bazı -afedersiniz- gerizekâlı sözde hocalar reglimin kesilmesinin maneviyatın ileri bir safhasına  işaret ettiğini, ancak kanaması kesilen kadınların pranayı (iç enerji) yükseltip samadi (Yoga’da aydınlanma) aşamasına geçebileceğini zırvaladılar.  Daha fenası ben onlara inandım. İnandım ve sonraki yıllar boyunca durumumu yanımda çaılıştığım hocalara söylemedim bile.

Reglimin kesildiği iki yıl boyunca yüzüm ergenlikte sivilcelenmediği kadar sivilcelendi. Devamlı bir pms halindeki sinirlerim laçka, hormonların egemenliğinde bir duygudan diğerine savrulur oldum. Canım her akşam tatlı istiyor, bir tatlı bitmeden diğerine aşermeye başlıyordum. Aniden kilo verip, verdiğimin iki katı kadar kilo alıyordum. Libido sıfırlanmış, bir tabak makarnayı iyi bir sevişmeye tercih edecek duruma gelmiştim. Atamadığı kan ve toksin ile dolmuş bedenim ile zihnimi etrafta saatli bomba gibi taşıyordum.

Nihayet Aştanga yogaya başladığımda birisi bana regl sırasında yoga yapılmayacağını söyledi. “No problem”, dedim. “Ben zaten regl olmuyorum. Her gün yoga yapabilirim.”  Yine Hindistan’da gördüğüm itibarlı tepkiyi bekliyordum Aştanga hocamdan. Tabii cevabı hiç de sandığım gibi gelmedi. Soruların ardı arkası kesilmiyordu. Ne kadardır regl olmuyordum? Doktor ne demişti? Nasıl başladığını hatırlıyor muydum? O sordukça ben de -nihayet- durumun vehametini kavramaya başladım. Söylediklerimi dinleyen hocam bana özel bir seri gösterdi ve ilk damla geldiği anda yoga, meditasyon vs ne varsa hepsinden el ayak çekmem söylendi. İki ay sonra yeniden regl olmaya başladım. Sivilcelerim yok oldu, balon gibi şişmiş yüzüm indi, elmacık kemiklerim belirdi. Kanım temizlendi.

O gün bugündür regl olduğum günlerde yogaya mola vermenin ne kadar önemli olduğunu anladım. Kimi zamanlar reglim en pahalı, en nadir ve kısa dönemli eğitimin en can alıcı günlerine denk geldi. Gittim, sınıfın en arkasında oturup dersi seyretmekle yetindim. Bu vücut benim ve ona iyi bakmak benim sorumluluğum. Bilgisizlikten ve aptallıktan yapılan yanlışların, bedenin doğal döngüsüne karşı çıkışların hesabının şimdi değilse bile, ileride, hamilelik ve menapoz dönemlerinde kesileceğini artık iyi biliyorum.

Regl başlamadan önce yumurtalıklar etrafında şişkinlik meydana geldiği için karna baskı yapan mayurasana ve udiyanabandha hareketlerin bırakılması gerekiyor.  Bu durum hamile ve hamile kalmak isteyen kadınlar için de geçerli. Regl bittikten sonra (5. veya 6. gün) yogaya geri dönüşümüz de yavaş yavaş olmalı. Ayakta yapılan kısa bir seriden sonra, sırtı, göğsü ve karnı destekleyen minderler yardımı ile yapılan hafif bir restoratif seri. Kanı kesen derin burgular (twistler) ile, iç ısıyı arttıran hanumasana, kaundinyasana gibi hareketlere de geçiş ise iyice ağırdan alınmalı. Mayurasana, udiyanabanda kanama tamamen bittikten sonra verilen bir günlük aradan sonra uygulanmaya başlamalı.

Bu arada Ayurveda, yoganın kadınlar tarafından nasıl uygulanması konusunda zengin bilgiler içeren bir alan. Benim şahsi görüşüm, ciddi bir yoga öğrencisinin az biraz Ayurveda bimesi yolunda. Yoga felsefesinde 25-50 yaş arası yaşanan hayat dönem hayata en çok dahil olduğumuz, aile kurup çocuk yaptığımız, iş güç sahibi olup hayata, insanlığa katkı sağladığımız, tabiri yerindeyse dünyaya çeşnimizi bıraktığımız  yıllar.  Bu dönemde yoga çalışmamız ağırlıklı olarak asana (fiziksel hareketler) ve bu dönemin ikinci yarısında başlamak üzere pranayama (nefes çalışmaları oluşmalı. Asana ve pranayama iç enerjiyi düzenleyip, organlarımızın sağlığını korumamızı sağlıyor.  

Ayurveda (Hayat Bilgisi) asanaların bedeni ve iç organları nasıl etkilediğine dair zengin bilgiler içeren bir alan. Agni (sindirimi sağlayan ve bedenin ısınmasını sağlayan ateş) nin arttırılması ve düzenlenmesi, mensturasyondan, döllenmeye, hamilelikten  menapoza kadar bir çok kadınlık halinin sağlıklı ve sorunuz yaşamamızı sağlıyor. Agniyi nasıl koruyup, nasıl besleyeceğimiz Ayuveda metinleri tarafından etraflıca anlatılıyor. Pitta, vata, kapha gibi maddenin ateş, hava, su yapısını belirleyen elemanların, bedeni nasıl etkilediği de, hangi asanaların hangi maddeyi düzenlediği gibi bilgileri de Ayurveda ile elele giden iyi bir Hatha Yoga eğitiminde öğrenilebilir.

Şimdilik bu kadar…Sorularınızı lütfen yazın. Sizin sorulardan yeni konulara yelken açacağımıza eminim.

Sevgiler,

Defne S.

Yoga ve Kadınları konusunda daha kapsamlı bilgi edinmek için:

Emma Balnaves, Yoga for Women

Bu konuda yapılmış yorumlara ve sorulmuş sorulara cevaben aklıma gelen bir kaç noktayı aşağıya yorum olarak yazdım.


Filed under: Türkçe Yazılar, Yoga Tagged: hamilelik, kadınlar, menapoz, regl, Yoga

Boşluk Serisi I: Boşluk ile Dolmak

$
0
0

Yeni ayımız kutlu olsun! Bu sefer ne şans ki bizim ay (temmuz) başı ile esas ay (luna olan) aynı anda başlıyorlar. Biz burada, Portland Oregon’da saat dilimleri açısından dünyanın en sonunda yer aldığımız için günün olaylarına son dakikada yetişiyoruz. Mesela babalar gününde kahvaltımı edeyim de babamı arayayım dediğim zaman İstanbul’a çoktan akşam inmiş, babam bütün günü benden telefon bekleyerek geçirmiş oluyor.

Kısmi ay tutulması için yarih 1 Temmuz verilmiş ama biz burada Haziran’ı devirmemişken henüz ay tutuldu, oldu bitti. Dolayısı ile Temmuz’a uyandığımız bu sabah Yeni Ay ikazını dikkate almayarak kendi yogamı yaptım. Zaten ay tatilimi dün vermiştim. Güneşli ve serin sabaha çıktım, Pallino kafenin yolunu tuttum.

Nereye?

Yazmaya…

Sen hani gelin gidiyordun Atina’ya, nereden çıktı bu Portland diyebilirsiniz.  Yeni tanışmışızdır, olabilir. O halde anlatayım: Biz yazlarımızı serin ve yağmurlu Oregon memleketinde geçirmeyi seven bir hane halkıyız. Kışları satsak da kurtulsak mı,  yoksa kiraya  verip de mi saklasak diye hakkında kafa patlattığımız ve nihayetinde kapısını çekip çıkıp gittiğimiz  65 metrekarelik bir dairemiz  var. Bizim değil aslında, mortage canavarına ait. Haracımızı ödediğimiz sürece bize dokunmuyor.

Atina’ya gelin gidene kadar Amerikan rüyasını sürdürüyoruz! Uynadığımızda Atina’dan geriye bir şey kaldı ise, niyetimiz hala dönmek. (Balayımızı merak ediyorsanız buraya buyurun: http://www.kuraldisidergi.com/balayi-sohbetleri/)

Bizim Amerikan rüyası da hakiki bir  rüya ama…

Portland bir masal ülkesi sanki. Altı ay uzak kalıp da dönünce yine yeniden fark ediyoruz bu şehrin güzelliğini…Motorlu araç trafiğine kapalı geniş sokaklar, heybetli ağaçlar, yeşil gölgelerin ardında iki katlı evler, dağınık bahçelerde vahşi çiçekler, bisikletlerinde genç babalar ile arka selede parlak gözlü, çıplak ayaklı bebeleri, her meyve ve sebzenin, ekmeğin taze ve organik olarak satıldığı bakkallar, dumansız hava, Pasifik’in tuzlu rüzgarları…

Ve ilk evvela dikkatimizi çeken…

En çok hasretini çektiğimiz…

BOŞLUK

Burada boşluk derken ingilizcedeki space sözcüğünü kasdediyorum. Bu ayrımı yapıyorum çünkü Türkçe ”boşluk”un  ingilizcedeki hem space hem de emptiness sözcüklerinin karşılığı olabilir. Space’in tam türkçe karşılığının olmaması bizlerin kafasında/hayatında böyle bir kavram olmamasından mı? Sözlükte space‘in türkçe karşılığı olarak uzay veriliyor.  Burada bahsettiğim tarzda bir space için uzay için uygun sözcük değil. O yüzden müsadenizle ben space karşılığı olarak boşluk terimini kullanacağım.

Boşluk Samkya kozmolojisinde Akaş adı altında beşinci element olarak tanımlanır. Toprak, su, ateş ve havadan sonra gelir. Önceki elementlerin tümünü içinde taşır ve aynı zamanda hepsinin toplamından büyüktür. İlahi olana en yakın, en ince (subtle anlamında- buyrun karşılığını bulmakta zorlandığım bir sözcük daha) ve her frekansdaki dalganın içinden geçebildiği elementtir Akaş. Merkezi boğaz olarak tarif edilir ve kulaklarla -dolayısı ile ses ile- bağlantılıdır. Ses ancak boşlukta dalgalanabilir.

Hatha Yoga çalışmaları bedenlerde boşluk açmayı amaçlar. Açılan boşluk boş değil boşluk elementi ile doludur. Ve bu boş alanda ışık, ses, düşünce, duygu, enerji ve nefes serbestçe akar.

Portland boşluk ile dolu bir şehir. Sadece caddeleri, sokakları, ferah kafeleri, doğal ışık ile aydınlanan süpermarketleri, trenleri, otobüsleri değil, insanların birbirlerine karşı davranışları da diğerine alan yaratma bazında şekilleniyor. (Şimdi aklıma space’in bir diğer türkçe karşılığı geldi: Alan. Özel alan, kamusal alan… Ben bu konuda bir master tezi yazmıştım bir zaman! )

İnsanlar birbirlerine alan açıyorlar burada. Nasıl oluyor? Dinleyerek. Hemen bir karara varmayarak. Hemen yaftayı yapıştırmayarak. Üstüne başına ne giydiğine çok da bakmayarak. Kendini doğru ve tam ifade etmen için sana verilmiş kulak alanları ile dolu bu boşluk.

Ve tabii özel alana olan saygı. İnsanlar diyelim ki önünüzden geçip domateslere uzanacaklar. Muhakkak ”excuse me” diyerek geçiyorlar. Bu özürün neden dilendiğini anlamam  yıllar aldı. Benim alanıma girdikleri için pardon diyorlar.  İstemeden çok yaklaştık, sizin sahanıza girdik, excuse me.  Üstelik kasaya onlardan önce varmak için omuz atarak ilerlerken sahalarını işgal ettiğim insanlar bir kere bile bana dönüp de ”öküz müsün kardeşim, bir önüne bak” da demediler.

Demedikleri gibi eminim ki akıllarından bile geçirmediler.

Boşluk bolluğa alan açıyor, bollukta hoşgörü ve nezaket filizleniyor. Olabilir. Ama boşluğun ne ile dolduğu da önemli. Amerika’nın sırf can sıkıntısı ile dolan boşluklarında da insanlığın tarih boyunca şahit olmadığı düzeyde bir vahşet yaşanabiliyor.

Portland’da boşluk genelde içine güzel bir şeyler doldurmak üzere değerlendiriliyor. Boş bir bahçe köşesi ya da günün boş bir saati olabilir. 

Bir başka boşluk da buradaki BOŞ zaman. Uzun yollarda, trafikte, toplu taşıma araçlarında  geçen saatler, ayıp olmasın diye gidilen ziyaretler  insanın hayatından çıkınca, koca bir günün bir dolu boş vakti kalıyor geriye.

İstanbul’da yazmak benim için niye böyle zor diye düşünürken geldi aslında aklıma bunlar. Şimdi sahip olduğum boşluğu bol bol yazı ile dolduracağım diye umuyorum.

Boşluk serisi devam edececek! Arkası yarın, bizden ayrılmayın!


Filed under: Türkçe Yazılar, Yaşama Dair, Yoga

Bir İçe Dönüş Hikayesi-1

$
0
0
Keçinin Rüyası

Foto: Sertaç Ergin
Tasarım: Thinker Belles

İşte yine ben. Kalabalık bir kafede, kulaklıklarımın arkasına saklanmış, dünyada benden ve siz sevgili okurlardan başka kimse yokmuş gibi davranıyorum. Telefon ve karşımda oturan bizim Bey sessize alındı. Ha, bir de Bob Dylan eşlik ediyor bize. North Country Blues adlı, on beş yaşımdan beri yüreğimi dağlayan o acıklı şarkısıyla.

Bu kafeye Bey ile beraber geldik. Doksan dakika boyunca okuyup yazmaya ihtiyacım var diye. Onun bilgisayarını da yanımıza aldık. Şimdi büyük bir masada karşılıklı oturuyoruz. Bey beni hiç rahatsız etmiyor. Kendi bilgisayarına gömülmüş gitmiş.  Zaten evde de olsak benim kulağımdaki kulaklık “müsait değililiz, daha sonra tekrar arayın” anlamına geliyor. Bir ara romanımı yazarken, “rahatsız etmeyin” işareti olarak başıma bir örtü takıyordum. Her şekilde bizim Bey, yazımın kesintiye uğramasının ruhumda yarattığı hırçınlığı tanıdığı için bırakın kulaklığı, türbanı; parmaklarımın klavyede tıkır tıkır eden sesini bile duysa, beni kendi halime bırakma zamanının geldiğini biliyor. 90 dakikalık vardiyadayız şimdi. 90 dakika boyunca birbirimizi rahatsız etmeyeceğiz, konuşmayacağız. Ben 90 dakika içinde bu yazıyı bitirip yayınlayacağım. Sonra  sosyallaşeceğiz.

Susan Cain tek başına geçirilen zamanlardan bahsederken, “tek başınalık bazı insanlar için nefes aldıkları havadır” diyor. Ben onlardan biriyim. Hergün bir kaç saatimi tek başıma geçirmem gerek. Yoksa boğulacak gibi oluyorum.

Okuldayken bazı tenefüslerde çıkmaz, havasız, camları buğulu, floresan ışıkla aydınlatılmış sınıfta tek başıma otururdum. Özellikle kümelere bölündüğümüz 3. sınıfta tenefüsleri tek başıma geçirmek istediğimi hatırlıyorum.  Çok arkadaşım vardı. Alt kat tenefüshanesinde folklor çalışırlardı. Ben de folklor oynuyordum ve ekibin en yeteneksizi olduğumu hocamız da dahil herkes biliyordu. Aşağıdaki tenefüshanede en çok benim çalışmam gerekiyordu. Onun yerine ben arkamdaki askılara asılmış  paltolara sırtımı dayayıp buğulu camları seyretmeyi tercih ediyordum. Küme senesi bana fazla gelmişti. İkişerli sıralarda oturacağımız dördüncü sınıfı iple çekiyordum.

Tek başınalık içe dönüklerin nefes aldıkları havadır, diyor Susan Cain. Sonra da içe dönüklüğü şöyle tanımlıyor:

İçe dönükler iç dünyaya, düşünceler ve hisler dünyasına dönük insanlardır.  Dışa dönükler ise dış dünyaya, etkinliklere ve davranışlarla ilgilenirler. İçe dönükler olayların arkasındaki anlamı merak ederler, dışa dönükler olaylara balıklama dalarlar. İçe dönükler ancak tek başlarına kaldıklarında şarj olurlar, dışa dönükler yeterince sosyalleşmedikleri zaman kendilerini yorgun hissederler. İçe dönükler az miktarda dış uyarıcı yeterlidir.  Sessiz bir evde oturup kitap okumak onları memnun eder. Dışa dönükler serüven severler, seyahatlerinde yeni insanlarla tanışmayı, onlarla saatlerce sohbet etmeyi severler. Dış dünyanın uyarıcılarına daha çok ihtiyaçları vardır.

Çoğunuz bu hikayeyi biliyorsunuzdur. Ben bir gün Tayland’a gitmeye karar verdim.  Aslında bir gün değil, bir akşam verdim kararımı. Amerika’dan gelen burslu doktora kabulümü red etmiş, babamın, “peki kızım doktora yapmayacaksan ne yapacaksın?” sorularına maruz kaldığım bir akşam yemeğindeydim.  Babamın kuzenlerinin birinin evinde. Bütün aile kulak kabartmış ne cevap vereceğim diye beni bekliyorlardı.  Ben kadife kanepenin fitillerinde tırnaklarımı gezdirerek ne cevap versem diye düşünüyordum. Çünkü vallahi de, billahi de bilmiyordum ne yapacağımı.

“Bilmem, biraz seyahat eder, dünyayı gezerim belki ” dedim zar zor duyulur bir sesle.

“Kızım hangi parayla gezeceksin dünyayı?”

“Ne kadar gezeceksin dünyayı?

“Peki gezdin geldin ne olacaksın? Gezgin mi olacaksın?Ah hah hah hah! ”

Gecenin devamında Godet’ye gittim. Cuma gecesi bütün arkadaşlarım oradaydılar. Bir türlü alışamadığım tekno müziğinde sallanıyorlardı. İçkiler pahalıydı.  Bira aldım, ben de onlarla sallanmaya başladım. Bir an önce sarhoş olmalıydım. Canım sıkılıyordu. Arkadaşlarıma bakıp acaba bir tek benim mi canım sıkılıyor diye düşündüm. Müzikten mi, babamların sıkıştırmalarından mı, ayıklığımdan mı neden böyle sıkılıyorum acaba? Bir sigara yaktım. Birama bitirdim. Bana ikinci bir bira alacak kimse var mı acaba diye etrafa bakındım. Kimse yoktu. Gece hayatına ilk defa benden genç insanların karıştığını o gece farkettim. Godet kapanınca, Roxy yerine eve dönmeye karar verdim. Çıkışta arkadaşlarımın sarhoş ısrarları karşısında bir durakladıysam da (Roxy’de beni heyecanlı bir şey bekliyor olabilir miydi?) bir taksiye atlamayı başardım.

Eve dönünce internete bağlandım. (dial-up connection, diiiit, diiit, dıbım dıbım dıbım) Gönüllü çalışma imkanlarını önüme süren bir iki siteye adımı, sanımı, ilgi alanlarımı yolladım.  Neresi olsa gidecektim. Afrika, Güney Amerika, Asya, ne olursa dedim. O gece Roxy’de arkadaşlarımın yanında dans edeceğime, dünyanın dört bir yanına epostalar yollarken hayatımın bir döneminin perdelerini indirdiğini  hissediyordum.  Beni neyin beklediğini hiç ama hiç bilmeden bilgisayarı kapattım. Çatı katı dairemizin  yatağıma doğru eğim yapan tavanının altında, üç koca kediyi koynuma alıp uykuya daldım.

Tayland’dan gelen cevap ertesi sabah beni ekranımda bekliyordu…

Kanepelerinde, yerlerinde öbek öbek arkadaşlarımın uyuduğu eğik tavanlı salonumuzu çıplak ayaklarımla boydan boya geçip klavyeye uzandım.

Hayatımda hiç bir yabancı ülkeye tek başıma gitmemişim.

Beni neyin beklediğini bilmediğim bir geleceğe “evet” yazıp gönder tuşuna bastım.

Doğru şeyi yapmış olduğumun bilinci ruhuma ağır ağır, tatlı tatlı yayıldı.  Arkadaşlarımı uyandırıp sucuklu kahvaltı hazırlamaya karar verdim.

90 dakikam bitti ama hikaye bitmedi. Yarın devam ederim. Olur mu? İçe dönüklerin dışa açılma saati geldi.

Sevgiler hepinize.

Defne


Filed under: Anı, Türkçe Yazılar, Yaşama Dair, Yoga Tagged: dışa dönüklük, hatha yoga, insan psikolojisi, introvert, nefes, north country blues, Susan Cain, Yoga, İçe dönüklük
Viewing all 84 articles
Browse latest View live